30 Aralık 2009 Çarşamba

was that a good life?

bir adet the 'dude' (jeff lebowski olan) umarsızlığıyla yazıcam bunun hakkında bir şeyler. sahiden ertuğrul özkök'ün hayatını 'was that a good life' sorusu üstünden sorunsallaştıracağım. yazdım bunu buraya. şu birikerek çoğalan, çoğalarak devam eden anoteyşınlarımı bitireyim, yazacağım. yemin.
(bu arada sadece şu kadarını belirteyim, uzun zamandır gördüğüm en şahane ironik mesajdı bu başlık. tebrik tebrik)













siren



23 Aralık 2009 Çarşamba

samson





düşündüm de sanki öyle değildi demek istediklerim. ortaklıklar üstünden yoluma pörtlemiş benim öcü diye atfettiğim, yaftalamayı hırsızlığa dek yürüttüğüm, sonra anlamadığım-adlandıramadığım bir sürü ortaklık üstünden gideğenlerimden biriyle eşleştirdiğim.. düşündüm de evet, öyle değildi demek istediklerim. bu başka birşey. söylemek istediğim şey değil, söylemek zorunda kaldığım şey.belki de başka bir şey anlatmalı sana.
ne de güzel tıngır mıngır gidiyordu hayat kendi halinde bugüne kadar. ve nereden bilebilirdim bir taksi şoförünün hiç düşünmeden hayatım hakkında söylediği ve bazı gerçeklikler taşıyan sözlerin, (buna rağmen) hiç umrumda olmayacağını. taksi şoförü amca okuyanları seviyordu. o kadar seviyordu ki, üç çocuğunu da okutmuştu. o kadar çok seviyordu okuyanları. şimdi artık torun seviyordu. hayatının amacı da tam olarak buydu.benim de öyle olmalıydı. belirtti. ben de torunlarımı sevmeyi dahil etmeliydim hayal alemime. belirtti. bunun üstünden planlar kurmalıydım; tüm dikkatimi torunlarımı nasıl daha iyi seveceğim üstüne toplamalıydım. belirtti. ben de acil eylem planı planlamayı planladım. henüz hazırlamadım, ama hazırlayacağım bu planı. böylece en azından uzun dönemdeki hayata dair olan planım çok dünyevi, çok insani, çok ortaki olabilecek. kısa döneme dair herhangi birşey kurgulamadım henüz. her an her şeyi yapmak isteyebilirim. bu yüzdendir ki özene bezene önüme çıkan herşeye el atıyorum. öte yandan her an her şeyi yapmaktan vazgeçebilirim. bu yüzden önüme çıkan herşeye şapşalca ve şuursuzca bir iç rahatlığıyla yol veriyorum. boşverelim bence de, evet! zira ben gerçekliğin hiç bi zaman, herkes için çok cicili bicili olduğunu görmedim. bir grup sıkılmaya mahkum, bir grup sıkılacak vakti dahi olmadığına dair serzenişte bulunmaya. böyle bir şey,evet! cennet belki; ama dünya herkesi aynı anda mutlu edemeyecek kadar umursamaz, umursasa da çaresiz. dahası, herkes aynı anda mutlu olamayacak kadar bencil ve mükemmel. yaratılan her düzlem ve oynanan her oyun şahsına munhasır bir dengesizlikle dengede. tuhaf bir şey dünyalı olmak, dünyaya ait olmak. kişiselliğe indirgemeyeceğim 'sen tut; on dünya spermin arasından birinci ol da..' diye başlayan cümleler kurup. çünkü biliyorum, tam olarak şu anda hayalini kurduğum şey, tam olarak şu anda hayalini kurduğum şekilde hayatıma bahşolunsa bile yeni hayaller kurabilme potansiyelini taşıyorum. öte yandan on yüz bin milyon yıl yaşadığım varsayımından yola çıkarak, ve her yılı ayrı ayrı hesaba katarak, isteyebileceğim her şeyi kurgulayarak, muhteşem bir hayal yaratabilme boyutum da var. buna rağmen önünden berisinden gerisinden ekleme yapabilirim, türüm insan çünkü. öte yandan tek isteğimi yaşadığım her andan keyif almaya kadar indirgeyebilirim. belki de bu yüzden şahit olduğum abukluklardan oluşuyor hayal zincirim, kimbilir. küçükken kovboy olmayı isterdim misal. bir ara astronot olmayı istedim, ama bunu her üç çocuktan ikisi istemiştir zaten. neden padişah kızı değil de ulema olmayı düşlediğime dair bir fikrim yok. bir de neden sınıf olmayı istedim acaba o kadar ünvan varken. adı sevimli,değişik, ulvi,havalı birşey gibi gelmişti herhalde. her gün ayrı bir şey olmak istedim.bunlar on saniye içinde aklıma gelenler. şimdi her an ayrı bir şey olmak istiyorum. işin tuhaf tarafı hepsini aynı anda olmak istiyorum. ama sürekli aynı anda on yüz bin milyon şey olmak istiyorum. ancak o zaman hiçliğe ulaşabilirmişim gibi geliyor nedense. kaldı ki bunu başarabileceğime dair olan inancım da sonsuz.
öte yandan kendimi katil gibi hissediyorum. öyle hissetmemem gerekiyor, biliyorum. ama her kuaföre gidip saçlarıma dair 'kes!' komutunu verdiğimde bunu hissediyorum, kendimi alamıyorum böyle hissetmekten. acayip hüzünlü oluyorum. sürekli 'ama bunu onların sağlığı için yaptım, ama ama gerekliydi ama. ama ben ne yaptımsa onlar için yaptım. ' diye telkinlerde bulunuyorum. aslında katil gibi değil de, cinayete azmettirici biri gibi hissediyorum. sanki yarım saatliğine bir kiralık katil tutuyorum, sonra aynadan cinayet sahnesini bizzat izliyorum. işim biter bitmez de olay mahalini koşar adımlarla terkediyorum.delilleri kiralık katilin kendisine bırakıyorum. belki de bu yüzden bir elin beş parmağını geçmiyor hayatım boyunca saç kestirme amacıyla herhangi bir kuaförün kapısından içeri giriş sayım. bir de farkettim ki, saçlarımı kesen her kuaförcüye, istemdışı öfkeleniyorum. bu yüzden her seferinde başka kuaförcüye gidiyorum. hazırlık hocam durup dururken 'sen aslan burcu musun?' diye sormuştu bir kere. çok ısrar etmeme rağmen de sebebini söylememişti. ders arasında öğrenmiştim. kendisi aslan burcuymuş, aslan burçları saçlarını çok severmiş. ve benim de saçlarıma olan aşkımı hissetmiş. belirtti. bu yüzden sormuş. aslan burcu değildim, ve saçlarıma olan sonsuz aşkımın bu kadar belli olduğunun da farkında değildim.aslan burcu olsam bile, bu aşkın burcumla bir alakası olmadığına inanacağıma emin gibiydim. hatta şu anda eminim. bu yüzden çok ama çok şaşırmıştım bunu duyunca.
ama öte yandan bu kez kuaförden çıkınca çok değişik ve öncekilerden çok farklı hissettim kendimi. zaten kesinlikle kısa kesim yaptırmak bana göre değil. benim için omuz hizası bile kısa saç. sadece artık saçlarım kıçımda değil de,koltuk altımın biraz daha aşağısında. ama yine de öfkelenmem gerekiyordu az önce tanık olduğum cinayetten ötürü; ve hatta bu katliamın azmettiricisi olmamdan ötürü. değildim. zor bir sene geçirdim. yani bundan sekiz ay öncesinde biten son bir sene, yani yaklaşık yirmi ay önce başlayıp sekiz ay önce biten bir senelik sürece 'yaşadık bitti işte.' vari yorumlar getirecek olursam, içimdeki ruhlardan birisi çıkıp 'hadilen!' derse buna karşı çıkamam. 'şşguluk!' diye kalır, yutkunurum. bu da ölçümü için bir ipucu olsun işte. sanki saçlarım kesilince o yaşanmışlıkların hepsi de kesildi gitti. sanki yine kendime dair özlediğim ne varsa aniden döndüler evlerine. bunu tam olarak kuaförcünün 'ne tarafa ayırıyorsun peki saçlarını?' sorusuna verilecek cevabı düşünürken farkettim. aslında o zaman 'acaba???' diye düşünüyordum hala. ama dönüp de 'aslında bilmem, hiç bi tarafa ayırmıyorum galiba. ama ortadan da ayırmıyorum. galiba bu tarafa. ama bu tarafa da olabilir. e bu tarafa ayırıyım madem' şeklinde cevap verince anladım ki ben döndüm. sanki kuş gibi hafifledim. sanki uzun bir uykudaydım da uyanıverdim. aslında bu hissiyatımın bu yanıtın beni ne kadar yansıttığı, çok mu az mı yansıttığıyla herhangi bir ilgisi yok. sadece zamanlar çakıştı diyelim, unuttuğum bir şeyi tam olarak o anda hatırladım gibi birşey.
bunun dışında şuursuzluğum hocalarımın şuursuzluğuyla birleşince çok acayip şeyler yaşıyoruz, bunu farkettim. 'aynen sunum yapar gibi peypır' yazmam beklenebiliyor benden misal. belirtildi. 'guudafternuun' diye başlayıp 'this is the end of my presentation.thanks for your attention' diye biten peypırlar yazabiliyorum. hatta 'is there any question?' da yazsam mı yazmasam mı diye düşündüm bi an. evet!
bir yandan da hala birşeyleri ilk kez, ya da uzun zaman sonra ilk kez deneyimliyor, ya da hatırlıyor olmak mutluluk verici. bu duygu 'korku' olsa bile mutluluk verici. evet, o ruyadaki sarışın insanın ben olduğumu anlamam zaman aldı biraz. peki kabul,iki gün sonra anladım kendimi ruyamda gördüğümü. ama bu kahverengi saç başla da sarı halimi hemen tanımamı beklemiyorum zaten kendimden. güne dair tüm kutsiyetleri ithaf ettiğim zamanda ruya alemim beni gerçekliğin içine çekti. öyle bir çekti ki, şaşırıp kaldım. asla uyanamıycam sandım. sanki ruya gibi değildi, sanki önümdeki hayattan bir kesitti. dahası ruya olmadığını bildiğim için de sonuna dek gitmek istedim. biraz daha görmek istedim. ve benim yanımdaydı. anladım ki anlamlandıramadığımız, ve dolayısıyla tanımlayamadığımız, ve dolayısıyla herhangi bir içerikte yer bulduramadığımız ne var ne yoksa, bize ait olan harmoninin içine bırakacağız özgürce dans edebilmeleri için. ama çok acı olacak. sanırım tam olarak da bu korkuttu beni. kabus olmayan, hatta ruya bile olmayan bir ruyadan ilk kez korktum. dahası uzun zaman sonra ilk kez korktum. sanırım yine bir yerlerde bir yanlışlık, bir yanılmışlık var. yine ilk aklıma gelen şeyleri vücudumdan azad ettim. yine bana gelen şey, bana geldiği gibi gitmedi de kafasına göre takılıp gitti. geçen bana bu yaşta kendimi tıfıl gibi hissettiren derste bir arkadaşa şuursuzluğumdan dert yandım. aslında bunu yapmak istememiştim. ama öyle bir yere gittik ki, şuursuzluğumdan şikayetçi olduğumu beyan etmek zorunda kaldım. aslında değildim. neden böyle bir serzenişte bulunduğumu da bilemiyorum dolayısıyla. sonra bu arkadaş (03 ya da 04 mezunuydu yanlış hatırlamıyorsam) 'boşver ya, yanlış anlamak en güzel anlama şekli bence!' gibi birşey söyledi. sonra 'benceDe 'diyecek oldum, daha iki dakika önce nasıl da şuursuzluğumdan dertlendiğimi belirtmek zorunda kaldığım aklıma geldi. demedim ben de. ama farkettim ki evet, yanlış anlamak güzel bir anlama biçimiydi. fakat yanlış anlaşılmak?? bunu bilemiyorum işte. bunu da tam olarak şu anda farkettim ki bunu şimdiye dek umursamadım ki hiç. peki neden şimdi umursuyorum? neden şu anda 'yanlış anlaşılmış olma' ihtimalim beni tedirgin ediyor? bilemiyorum. ya da yine, ve bu sefer de umursamayacağım ihtimalini düşünmek rahatsızlık veriyor. ama ilklerinadamıilkadambeniilkkezyanlışanlaşılmaihtimalimedairtedirginediyor. tuhaf şey doğrusu.

daha fazla seni sömürmemem gerektiğini düşünüyorum bilog.zaten çok karar verdim, yazdığım ve sevdiğim birşeyi sana yazmıycam bi daha. eh işte diyorsam, bu yayınlanmaya değer bir yazıdır. bunu farkettim ama nasıl olduğunu sonra anlatıcam sana. ama şu kadarını bil ki, buraya yazdığım herhangi birşeyi okuyunca gülümsüyorsam, bu yazı senin üstünde durmayacak demektir. evet.bir yandan da pazar gibi bir günde nasıl iki sunumumun çakıştığına şaşırıyorum, kabul.ama pazar gibi bir günde iki sunum ve aynı saatte..nası ya?
gerçekten öyle demek istememek ben.valla..
belirttim





the man who sold the world

24 Kasım 2009 Salı

babam benim için bir kez daha salıncak kursun bir ağaçtan bir ağaca.
vallahi bir şey daha istemem

23 Kasım 2009 Pazartesi

kar için yerin dibi





kesinlikle haklısın! birinin diğerine üstün olduğu ortamda barınamam ben. en az herkesin tekdüzlemde buluştuğu midyum kadar rahatsız eder beni. öfkelene bile bilirim. ama bu konuda çok emin değilim. belki de boyunduruk altına girmek benim (ya da senin) düşündüğüm gibi değildir. belki de belli başlı azalarım işlevlerinden azad edildiği için boyunduruk altına girmeyi kabul ediyorumdur. bu konuda hiç kimseyle herhangi bir organik sıvımı yarışa sokmayacağım.
ama emin olduğum birşey var. kurtarıcısı ejderha olan prensesten mutlu son beklemek çok anlamsız birşeydir. tabii; beklenebilir, kimsenin özel beklentilerine karışacak değilim. ama daha çok bekleyecektir, bunu belirtmeyi de bir borç
bilirim.
bu ejderha konusu tepe kısmımda henüz anlamlandıramadığım, türünün ilk örneği olduğunu düşündüğüm bir dans ediyor. inanmazsın belki ama kılcal damarlarım dahil, tüm damarlarım kol kola girmiş durumda. ne olduğuna dair herhangi bir fikrim olmadığından betimleyici cümleler kuramıyorum. tek anlayabildiğim, hissedebildiğim, jelden oluşuyor. bundan çok emin değilim; ancak bir tür ejderha olduğundan haberinin olmadığına eminim. biliyorum, hikayemin mutlu sonla bitmesi mantık kuralları içinde imkansız. ama yine de kurtarıcı ya, kıyamıyorum o yüzden. kötü kalplilik derecesini soramıyorum. kırılsın istemiyorum. ama ne zaman menu listesinde kendimi göreceğim; merak etmiyor da değilim. fedailikte gözüm yok. bir gün olur mu bilemiyorum (ama sanmıyorum). ancak adım gibi eminim ki başkalarını kurtarmasına engel olacak midesine doğru olan yolculuğum. diğer bir deyişle, son kurtardığı şey benim.
nasıl oldu inan ben de anlamadım bilogcuk. ama sevgili ejderham henuz beni yemediği ve hali hazırda şeklen kurgu olarak duran mutsuz sonumu olgulaştırmadığı için sık sık oyunlarıma dahil ediyorum kendisini. geçen gece ruyama davet ettim. bunun kendisi için bir onur olduğunu söylerdi bence de, evet, eğer konuşmaya tenezzül etseydi. halbuki ne kadar eğleniyoruz. her neyse, ejderhamı muhayyilemde canlandıramadığımı söylemiştim. o yüzden "bugün 'böyle' gel" diyorum, öyle geliyor. sonra biraz eğleniyoruz, ve önce annemin, sonra babamın sesi artık
dönmem gerektiğini söylüyor. uyanıyorum. ama bazen kontrolümden tamamen çıkıyor. misal, geçen gece yine esrarengiz bir diyarda birşey arıyorduk. tamam bilogcuğum tamam.
ben yine buluta dokunmak istedim. dokunabileceğim kadar küçülmüş ve bu sefer kara olmayan bulutlar arıyorduk. yağmur bulutları buluyorduk bulmasına ama, ben annanemin ölümünden sonra siyah bulutlara dokunmamaya çalışıyorum. o yüzden sevgili ejderham da beni biraz şımartmak istemiş olacak, benimle birlikte bulut aramaya razı oldu. sonra bulutlarımızı ararken, kendimizi atakanın odasında buluverdik. nasıl oldu anlamadım. atakanı ruya alemime davet etme cüretime sevgili ejderham çok kızmış olacak, büyük bir kızgınlık içerisinde, ve bu kızgınlığını bana göstermeme suretiyle farklı diyar ortamını terketti. sanırım farklı diyar ortamını normalize etmeme birazcık bozuldu. aslında gitmesine üzüldüm diyemem, her beraberliğimizde, o benim her dediğimi yaparken, 'ahanda son arzum! kesin son arzum! valla son arzum! bitiyorum
yeminle!' diye evhamlara kapılıyorum. sonra (sevgili ejderham birazcık bozulsa da) o gidince rahatlıyorum. o da beni cezalandırıyor gerçi. çağırınca gelmiyor da, şarkı gönderiyor ruyalarıma (en son samson la bana birşeyler demek istedi. ben samson dinlerken acırım birazcık,
böyle bir ceza vermek istemiş de olabilir tabi. bilemiyorum, emin değilim. ama daha önce hiç ejderha ol(a)mamak ve gördüğüm ilk ejderhanın kurtarıcım olması -bu yüzden- çok kötü birşey; bundan eminim. anlamıyorum ejderhaca, ne yapabilirim.). her neyse. aklım bir yandan sevgili ejderhamın kırdığım kalbinde ya, atakana çok odaklanamadım. ama atakan acayip saçmalıyordu. atakanın içine kesin birşey girmiş diye düşündüm, o kadar saçmalıyordu. o, asistanlığını yaptığı her hocadan daha güzel ders anlatan yetenek abidesi atakan gitmiş, yerine bambaşka birisi gelmişti.
artık öyle bir noktaya geldik, ve atakan öyle bir saçmaladı ki; daha fazla dayanamadım ve uyandım. şafak yeni atıyordu. demek ki daha uyuyalı çok olmamıştı. dolayısıyla kendimi çok yorgun hissediyordum. sevgili kurtarıcım, ejderhamdan özür diledim. sonra bir kaç saniye kendime güldüm. sonra atakan hayatta o kadar saçmalayamaz, korkmamalıyım diye kişisel telkinlerde bulundum. ve hala çoook uykum vardı. öyle ki atakanın istese ne kadar da saçmalayabileceği
dışında herhangi birşey düşünmeme fırsat kalmadan dalmışım tekrar. atakanın arkası dönüktü. elimde kahvelerle odaya ikinci girişimi yaptım. uyandığım arada neler döndüğü hakkında pek bir fikrim yok; zira uyandığım için o kısımları kaçırdım. ama kahve bahanesiyle sevgili ejderhamı aramaya gittiğime yemin edebilirim. atakan yavaş yavaş yüzünü dönmeye başladı. o da ne? atakan değilmiş ki zaten saçmalayıcı. adı alihan olan yeni bir asistanmış. ama ama atakan? atakanın yerin dibindeki izme odası? keçi sakalı? diye düşünsem mi diye düşündüm bir an. sonra alihanı atakan sanmış olmak daha rahatlatıcı geldi. ben de rahatlamayı seçtim. sonra daha fazla karışmadan uyanmalı diye düşündüm. zaten bulut bulamamıştık ve sevgili ejderhamı
kızdırmıştım hatta kafasını karıştırmıştım. zaten sınavım vardı. uyanmalı diye düşünmemiş olabilirim, ama daha fazla ruya görmemeye çalışarak kendimi cezalandırdığıma eminim.
o zamandan sonra ejderhamın sonum hakkındaki düşünceleri ne yönde değişti sanırım biraz
merak ediyorum, çok emin değilim. ama ben üzgünüm. eğer benimle konuşsaydı bunu ona söylerdim; bundan çok ama çok eminim bilog.
bu üzgünlüğün üstüne aksetmek zorunda kaldığı yaşamsal somutluklardan bir demet yapmalıydım kendime. ki sevgili ejderham onu dikkate aldığımı bilebilsin. sınavı düşündüm, havayı düşündüm, biraz gazzeyi düşünmeye çalıştım. ama gazzeyi buna alet etmemeli diye düşündüm. kişisel somutluklarım üstünden kuruntular edindim ben de. yukardaki koltuğa zıplayabilirdim belki,evet bilog. ama bu kolaya kaçmak olurdu. kuruntulu kuruntulu otostop çekmeye başladım. sonra çok eğlenceli bir otostop yolculuğu yaşadım. daha sonra anlatacağım, söz bilogcuğum.
bir de büyüteç almak zorundayım. ve sadece üç günüm var. bunu bana mutlaka hatırlat olur mu.





kingdom of rust

19 Kasım 2009 Perşembe

leblebi

uyuycam birazdan (uyuyacağım). lusilere dalmadan bişey söylemeli. eğer damlayla ne übersin diye dalga geçmeseydim şuan buraya tüm überleri, über eylediklerimi lanetlediğime dair bi cümle yazabilirdim. öyle hissediyorum.
çok pis kategorizasyon yapardım burda özünde über olanlar, zaten über olanlar ve über eylediklerim diye ama yapmıyorum; yapmak da içinde bulunmak kadar itici.überi gerçek anlamından azad ederek ayağını kaydırıyorum,evet! başka türlü yumurta turşusuyla alakasını kuramazdım.

ve aniden eğer überse zaten .. değildir diye düşünüyorum. ve yine dünya benden bağımsız dualist devinimine devam ediyor. bende zaten var bana özel bir tane, ve orda beni bızzzlatıcak düşüncelere yer yok ne yazık! überler fiziksel dünyada. oraya gönderiyorum hepsini.
ne yazık!

sınavım var,evet!







samson

9 Kasım 2009 Pazartesi

csm


adını avcumda taşıdığım çocuk..
kimsin sen?











there is a light that never goes out
(gün itibariyle sanırım 4 hafta oldu izleyeli. güzel filmdi gerçekten)

8 Kasım 2009 Pazar

haydarlar






hava çok güzel. kahvaltımı benzer oranda, ne güzel güzellleştirdi. annem gerçekten pizza yapmayı biliyor.
ve sanırım aynı oranda kanabiliyor. emektar botlarım ne güzel anlar yaşattı bana. eş oranda yanlarına pililer bıraktı.
bot almaya gidiyoruz. ayrımsız oranda gezmek de istiyoruz (sanırım).
peki peki..
havayı sömürmeye gidiyoruz; uygun bir bahaneyle..


bir de annem sardunyalarını kapalı balkona taşıdı. yavruağzısı eksikmiş. ailemizin huzuru için bir şekilde yavruağzı sardunya bulmalıyım (:
(bu fotoğraftaki sardunyaların anneminkilerle bir alakası yok. onlar cezayir caddesinin son sardunyaları -08-; anneminkiler balkonumuzun son sardunyaları -09-)


[cadde derken??? (:]





(röpo dedim, gerdim kendimi. uzun ara veriyorum otoröportajıma..)










mykonos

7 Kasım 2009 Cumartesi

arot

yazıcamyazıcam, burda kalmadık korkma. ama önce 13. kez inkılapçıları inkılap tarihini nasıl da hüüüpppplediğime ikna etmeliyim. ilkokul 1. sınıfta henüz hüüüpppletmem beklenmemiş olabilir, hak yemek istemem şimdi akşam akşam. ama 2. sınıftan beridir böyle bir beklenti içerisinde meb+yök benden; inan nedenini anlayabilmiş değilim. nasıl da iyi anladığımı anlamama konusundaki ısrarı ve direnci, hatta inatçı ısrarlı direnci konusunda maşşallah çekmekten başka elimden bişey gelmiyor. üzgünüm bilogcuk, çok sıkıldım. parmaklarıma çizdiğim dudaklarla oyun oynayıp şapşal şapşal gülüyorum kırk saat sonra da. bak, onların gerçekten 17. seneleri benimle. hatta okul kalemlerimle vücudum üstünde ürettiğim ilk oyun sanırım, ama hala onlardan sıkılmadım.
sapmayım amacımdan
yazıcamyazıcam, burda kalmadık korkma..
valla bak!



the space between us

30 Eylül 2009 Çarşamba

modası geçenler reyonu


yapılacak o kadar işin bu kadar hiç de öyle değil! kıvamında gözüme görünmesine ben de anlam veremiyorum. haklısın bu yüzden. kulaklıklarımı takınca tüm sıkıcı sesler dışarıda kalıyor. nefret ediyorum bu kaçıştan ama duymadığım zaman dışa dair herhangi bir sese yönelmiyorum. dolayısıyla duymadıklarımı eylenmemiş eyliyorum. hayır hayır.. tanrıcılık oynamıyorum. sadece yaşam oyunuma dahil ettiklerimi ben, kendim seçiyorum. evet, doğru tahmin. okul açıldı.
"sir, i am a senior student. and, yeah.. i am the student on this dept. we might be standing on the uppest floor, but the room which you re looking for is placed on upper floor. and one more yeah! all the statements that i mentioned are true!"
ve evet, çemkiriyorum. haklısın ki ben de bu çirkef karı kıvamındaki halimi beğenmiyorum. o yüzden şaşkın ben e doğru yumuşak bir geçiş yapıyorum.
bu yaz her ne olduysa vücut sınırlarım içine konuşlanmış virüslerimi bekledim durdum. tuhaf bir familyam var. otuz yaşında kabakulak çıkaran kardeşlerim, onları tedavi etme amaçlı (iyi niyetle tabi) keten tohumu lapası tarzı kocakarı ilaçlarına başvurup; zaten halihazırda kabakulak olmuş hastasını uyuşukluktan acı çektiren kardeşleri var (tabiiki bu da ben oluyorum). ama işe yaradı :)
her neyse, işte ben böyle takribi onsekiz gün boyunca bünyemi otel niyetine fuhuş yuvasına çeviren kabakulak virüslerini ağırladım durdum. kuluçkadaydı, ha doğurdu, ha doğuracak derken doğuramadı gitti.
sanmıştım, meğersem gitmemiş. kabakulak boyut değiştirmiş. beta zaten ufaklıktan beri beni çok sever. beta oldu dikildi karşıma. ama gitti şimdi. diyeceksin ki bunların şaşkınlıkla ne alakası var. anlatayım.
ales.. ahh ales..
ales..
ales..
ales..
ales???
CRASH

ben hastalıkları gönderdim, ales başvuru süresi süresini doldurdu gitti. tamam, kabul. en azından bi kerecik açıp bakabilirdim ne zaman bu sınava başvuruluyormuş diye. ama yine de ales..
ales???
CRASH..





(editorya: tamam, kabul. kendini terk edilmiş hissetme diye birazcık bişeyler, böyle zorlamalar.. ama her zaman herkesin beklediği şeyler gerçekleşmiyor ki. bunu bil istedim. en azından birimizin ayakları yere basmalı. birimiz gerçek dünyada yaşamalı.
sence sıkıldı bitti ve gitti mi dersin??)





postcards from italy



6 Eylül 2009 Pazar

insanın elleri küçülür mü

çamur tarafım ve bana bahşedilen hilafet.
tuhaf şey ki vücud sınırlarım içinde yere çökmeye ve arşa değmeye meyilli iki kutup barındırıyorum. ikisine de muhtacım. dengeyi tutturamadığım vakit ya ortaçağ zahitlerinden oluyorum, ya modern zaman dünyasından. ikisine de ait olmak istemiyorum. ikisini de tamamen ardıllarımdan eylemek istemiyorum. beni kıran noktadır ki, arafta dikilmek de istemiyorum. insan olmak kolay değilmiş. yaşadıkça bunu farkediyorum. ezelden acazetten muhaf tutulan ben bunu ancak şimdi farkediyorum. insan olmak kolay değil.. sadece tuhaf.
biliyorum, oyun üretmeliyim. en sevdiği renk mor olan kadının en iyi becerdiği iş bu sanırım. hala tanıyamıyorum onu. bu tanıyamamazlıkla kabulleniyorum. üreteceğim oyunlar da tükenirse ne yaparım bilemiyorum. oyun üretmece oynarım heralde o zaman. kendimi közlenmiş kırmızı biber gibi hissetmemin iki temel nedeninden birisi de buydu. annem közlediği biberlerden ufak ve siyah bir tepecik oluşturunca düşündüm. ne yapacağız bu kara tepecikle? suya dokunur dokunmaz tüm karanlıkları gitti. yerine parlak kırmız renkte, mis kokulu, dünyanın lezzetlerinden birisi geliverdi. ama yine de hala ne yapılabilir ki bunlardan diye düşünüyordum.
sonra farkettim ki közler dünyasından başka bir varlıkla karşılaşırsa közlenmiş kırmızı biber kendini ifade etme yetisini kazanacak. varlığına varlık katacak. benliğinin en üst noktasına ulaşıp, onu arkada bırakarak oluşturduğu harmoniyle üstünlük mertebesine erişecek. yok, belki de o kadar olmayacak. ama yine de büyük hedef koymuş közlenmiş kırmızı biber kendisine. göstermek istediği şey belli. kendisini tanıyıp, hakikat arayışından vazgeçmemek; güç aramaya yeltenmemek. kolay denklem gibi görünüyor. zahir
den tutup, batın a yol gösterecek. ne bibermiş! ama itiraf edeyim, görevini başarıyla yerine getirdi. iftar sofrasına kurulduğundan mıdır, yoksa dengesini gerçekten tutturduğundan mıdır bilinmez. ama gerçekten afiyetle yenildi.
közlenmiş kırmızı biber gibi hissetmemin başka bir nedeni daha var. anladım ki beklersem gelir. anladım ki beni bırakma dersem bırakmaz. yüzüme iri iri gülücükler oturur. insan olmak gerçekten tuhaf. görüntüye yol verip, 'aynı an' la tek gamzeyi ortaya çıkarabiliyor isterse insan olmak. bu tek gamzenin de hikayesi var tabi; ki bir türlü gelmeyen o başka zamanlardan birinin içine saklanmış durumda.
sonra yine o soğuk terle uyandım. yapacak birşey kalmadı pek. dolayısıyla yorulmuyorum. bu da ruyalarımın barındırdığı renklere kısıtlama getiriyor. ama bu seferki renkliydi. lacivert fuşya toz bulutunu ağırladım yine. 8 sene önce benimle doğan ve bu gidişle benimle öleceğine inandığım mor sırt çantamın içine nasıl sığdığına dair hiç bir fikrim yok. gerçeklik sınırları içinde bu mümkün değil zira. ama ne yalan söyleyim, sırtımda lacivert fuşya toz bulutumu taşımak çok keyifliydi. üstelik ağır bile değildi. ne o beni incitti, ne ben onu. ben toz bulutumla kendimi tanıdım, toz bulutum benimle kendini tanıdı. m&m demişti bikere. benim için, kendi için ya da ikimiz için..
"Ben kaşlarını çattıramıyorum.. Çatamıyorum da.. Olsa olsa Kaşıyorum.. O da çatık durmuyor"







a call to apathy

20 Ağustos 2009 Perşembe

camdançıkancanolsun










the canals of our city

3 Ağustos 2009 Pazartesi

böööörtlen



her bitki doğa içindeki kendi doğasında evlenirmiş. bi tek böğürtlen bekar kalırmış. bunu bizzat kendisi tercih etmiş. ne dünya düzlemi içinde yalnız kalmayı gözü yemiş, ne de her güzel canlıdan bir yanak almaktan vazgeçmeyi. kimilerine göre küstahça sayılsa da, büyük bir cüretle bunu dile getirebilmiş de. yaftalandığı etiketleri ben tahayyül edemiyorum. ama her "ben çok ... yımdır." veya "....karşısında hep böyle davranırım." veya türevlerinde cümleler kuramayışımda böğürtleni daha iyi anlıyorum. etiketlerinden ziyade, sanırım böğürtlen de şekil almaktan sakınıyor veya kendini koruyor. hatta itiraf edemese de korkuyor. belki de üstünde buluştuğumuz ve hatta birbirimize dokunduğumuz nokta ebedi jellik olduğundan tutkuyla bağlıyım böğürtlene, rengine, üstüne zuhur ettiği herşeye. dikeninin sızısı bile tatlı tatlı çiğneyebiliyormuş beni. bunu farkettim. zaman zaman yorulduğunu hissettim.sonra halimin ne olacağını ellerimle konuştum. şekil alamamaktan şikayetçi olmak şımarıklık olacak. çünkü biliyorum, eğer ki ayaklarım yere değerse, o gün ben çoktan çizilmiş bir yoldan farkındalıktan yoksun yürüyor olacağım. oynayacak oyunları tükenmiş, -zaruretten ziyade- 'bir de bunu deneyelim' kararıyla (tamamen ve sanırım sadece bana göre) daha da karmaşıklaşmış olarak.
bu yüzdendir ki sana ayakları yere basan ademoğullarından bahsetmek gözünle birlikte gönlünü de açacaktır diye düşünmekteyim. konumuz 'wise guy'lar.
heryerde bulunur bunlardan bir tane diye düşünmeye başlayacağım yavaş yavaş.. düğünlerde, cenazelerde, savaşta, barışta, simultane ya da spontane gelişen her türlü olayda.. dikkat edersen göreceksin. ben en son hayatımda ilk kez katıldığım bir etkinlikte gördüm. ondan önce de bir cenazede görmüştüm. misal, cenazedeki 'wise guy'ımız durmadan ölüm hakkında ürkünç masallar anlatıp, neler yapmamız
gerektiğini anlatıyordu. ölüm hakkında ecinnili perili masalları neden anlattığı hakkında pek bir fikrimiz yok. ama ağlamalıydık. öyle diyordu. annem zaten annesi için ağlıyordu. ama 'wise guy' teyzemle karşılıklı anneleri için ağlamaları gerektiğini buyurdu. annem duydu mu bilmiyorum. duymadı mı onu da bilmiyorum. ama 'wise guy' sonrasında atılmasıgereken her adım öncesinde buyruklarını buyurarak görevini başarılı bir şekilde ifa etti. neyse ki benden başka kimsenin 'wise guy'la uğraşacak hali yoktu. ben de görevi bünyemde fazlasıyla mevcut hanımlardan birine devrettim. lal olanlardan birini seçtim. işaret diliyle kavgasını etti durdu. neyse ki benden başka kimse çemkirik konuşmalarını göremiyordu. ben de zaten işaret dilini bilmiyordum. böylece çemkirik, huysuz, çenebaz, ve elli sene sonramın evde kalmış ve dertsiz dertlerinden konuşma yetisini kaybetmiş bendeniz 'wise guy'la kavgasını etti durdu. 22 yaşındaki insan görünümlü ben de rahatça yapmam gerekenleri yapabildim.
son gördüğüm 'wise guy' ilk kez iştirak ettiğim bir organizasyonda karşıma dikiliverdi. organizasyonumuzun adı çeyiz serme. ve ben bilmem kaçıncı göbekten olmama rağmen, orda olmak zorunda olduğum için ordayım. işlevim belli. sıradan birisi elime bir bez tutuşturup bir de nesne tutuşturunca bezi o nesnenin üstünde bir kaç kez dolandırıp 'toz alma' işlemini yerine getirmek. neden orda olduğuma dair hiç bir fikrim yok. müstakbel evli çiftin oturacakları evin 'çeyiz serme' bahanesiyle neden o kadar dağınık halde bırakıldığına dair de bir fikrim yok. yine klasik senaryo ( ve ruhlarımdan bir tanesi kordon bağımdan bana tutunarak ayrılır; beni değişik eylemler üstünde hareket halinde görüp fazlasıyla eğlenir. şimşek niyetine vücuduma
kahkahalar gönderir. ve ben durduk yere patlayıveren kahkahalarımın nedenini kimseye açıklayamam.) çeyiz serme, alınan tüm eşyaları düzen ve özenle ev(İ)e dağıtarak gerçekleştirilen bir eylemmiş, bunu gördüm. veeee 'wise guy' yine devrede. o sağa sola emirler yağdıradursun, ben kendi halime kahkahadan öledurayım, eşraf evi dağıtadursun, gel zaman git zaman akşam oluverdi. 'wise guy' evi yanlış dağıttığı için, daha doğrusu, doğru şekilde (darma)dağıtılan evi topladığı için evi tekrar (darma)dağıtma cezası aldı.
tek fincanlık bir çeyizi dahi olmayan biri olarak ben (belki de vardır, bilemiyorum tabi), çeyiz serme organizasyonun dair en ufak bir merak geliştirmemiştim bugüne dek. gördüğüme pişman değilim. yaşadığım enteresan deneyimlerden birisi oldu. üstelik bu tür orta halli kalabalık eylemselliklerde 'wise guy'lar hakkında daha derin bilgilere erişiyorum. yakında sokakta yürürken tanıyabileceğim gibime geliyor.
böylece çok şey öğreniyorum her gün. öğrendiklerimden daha çok şeyi farkediyorum. farkettiklerimin bir kısmından vazgeçiyor, bir kısmına heran daha da bağlanıyorum. bazen herşeye bakarken burnum sızlıyor, bazen üstünde düşünmeye bile
gerek görmüyorum; bakışlarım boşlaşıyor. sahip olduğum herşey çok garip. bana cennetten güzel yerler başkalarının cehennemi. bi zaman sonra yeniden yollara düşeceğim. yollar da bana düşecek. ne büyüleyici bir çekim var aramızda. dokunmaya ben bile kıyamıyorum. başkalarının dokunuşlarından nazenin; bi o kadar kendinden emin. biliyoruz; ne yollar benden geçebilecek, ne ben yollardan. ayaklarım, toprağa dokunduğu andan beridir seyyah eylendi. nedeni de kendi kadar nazenin. dokunmuyorum o yüzden. sorgulanırsa kontrol altına alınacak. kontrol yüzüne değer değmez kırılacak. ben de dörtte üçümü azad ediyorum taleplerimden.
istanbulu mu özledim ne??














run

13 Haziran 2009 Cumartesi

benki sanki kimki sahi#2(azadistan)




katılıyorum,evet. bürokrasiden demokrasi olmaz. tam olarak bu yüzden bu bürokratik müessesemizde demokrasi inşa etmeye çalışmaktan vazgeçtim. ama alternatif hiyerarşik düzenimizi görmezden gelmeye ben yol versem, gönlüm elvermiyor. üstüme ulaşmak için ne 'horizontol(hehe:))' kıpraşmalarda bulunmam gerekiyor, ne yandan yandan sağıma soluma kaykılmam gerekiyor vertikal yollardan bi üstüme ulaşmak için. benim bi üstüm bi dışımdaki daireden ibaret.dokunmatik ilişkilere girmiyoruz. ucumuzun belli değilliğinden kelli kimse aramıza aracı pozisyonunda giremiyor. dışımdaki halkaları bızzzzlatmamak için kimse -dahi- salık ver(e)miyor.bızzzzlamamamız, adabı-ı muaşereye olan vakıfiyetimiz, ve ahde vefaya olan merbutiyetimiz dahilinde ve ziyadesinde, kendimize has yollardan dans ediyoruz. senkronu tutturduğumuz vakit -kendi adıma konuşayım- kaçmak bile mümkün. aramızda dış halkanın buyurduğu üzere oluşan bi boşluk var. ve böylece kimseyi halemin berisine, sınırsızlığımın başladığı yerde son bulduğu bölgeme almama gerek kalmıyor. ama dalgınlığıma denk gelir de haricimdeki halkayla temas ediverirsem, olacaklardan korkmuyor değilim. şu ana dek ne biriktirdiğini, beni nasıl bellediğini, kızgınlıklarını ve kırgınlıklarını bilemiyorum. bu birikintilerin üstüme külli olarak hücum etmesine karşı koyabilir miyim bunu da bilmiyorum. ne dışımda vücuda gelen halenin nasıl olgunlaştığını biliyorum, ne görünür kıldığı mizacını, ne kendiliğine hıfzettiği seciyesini. tek bilebildiğim kendi haleme yansıttığı izdüşümlerden ibaret. ve hatta eminim ki bu yansımaların bi kısmı sahihten ibaret, bi kısmı yanılsamadan. vaziyet ortada bi hayalbazlık var. ama kim kimi oynatıyor, kim kimin ellerinde kukla olarak tutuluyor dışa göre belirsiz, bana göre mütenakız. bu yüzdendir ki kendimi kukla olarak sunma efendiliğini gösteriyorum. dışa göre sebatsız, bana göre ehemmiyetsiz. ne de olsa kendimi tüm yaftalardan soyutladığım geliyor aklıma sonra. sorgudan uzak, ama tevekküle de tezat şekilde gözlerimi üstüne dikiyorum tüm yaftalarından soyutlanmış gücünü acazetinden, acizliğini bünyesine fazla gelen gücünden alan varlığımın. görüyorum ki tüm kalıplar, yaftalarını kollarına takarak tıngır mıngır yansıtılıyorlar; güneş ışınlarını açık renk kıyafetlerin yansıttığı gibi. nasılsa çemberimin içindeyim. nasılsa hepsi dışımda. boşluk bırakırsam ben halka olamam. boşluk bırakmazsam, kendime yetemediğim noktada ödünç alacağım alanım olmaz. hangi noktadan uçarsam uçayım, aksimi görmezsem ne olduğumu bilemem. aksime şayet aynım olunması buyrulduysa, hiyerarşik düzlemimdeki yerimi bilirim, karşı çıkamam.
yine de biliyorum, değişim sadece benim için azgın bi canavar. özünde o da iyi. zaman zaman papyon diye addettiğim, gittikçe sabrımın sınırını zorlayan bu dinginlik bana o kadar yabancı ki. öte yandan dinginliğim de elimden uçup giderse biliyorum, ben de o tahammülsüz cenaha dahil olacağım. üst halkamdan darbe yedikçe, altımdaki halkalar dürte dürte köşeler azdettiklerimden ibaret kalacaklar. dinginliğim belki de bana benden kalan; dengesiyse beni benden alan. havaya üflediğim sözcükler gerçeklik olarak karşıma dikildiğinde neden hala aptal saptal 'olay döngüsü' mahalindeki muvazenelere kulak veriyorum anlamış değilim. külli olayların külli döngüsü büyük zaman dilimlerinde ahengsizliklerden ibaret. ne var ki tesadüflere inanmıyorum. böylece dünyanın uyum içinde dans ettiğini göreceğim günler yakın. zaman zaman ben neden korkarım diye düşünüyorum. cevabını bulamadan uykuya dalıyorum. ve gördüğüm ruyalarda hep çok eğleniyorum. çünkü hep sınırsızlığın sınırları içinde dans ediyorum. üstüm peçesini kaldırayazıyor, altım yokluğumda dilediği atları oynatıyor. tüm aheng yazılarını görmeze çalarak yepyeni bir demokratik müessese kurmaya çalışıyoruz. tezat'ım aynı'm suretinde karşıma dikiliyor. ve dünya kendi halesinde aheng içinde raksederken gözlerime ilişiyor.




reconciliation
bi çok şeyi normalize etmeye çalışıp, bi çok normal buyurduğum şeyin neden anormal olduğunu düşünürken aslında ne kadar işimin olduğunu farkettim.
ama bunu unutmamalıyım.
ben dün gece hem uyurken hem gezmişim, dolaşmışım öyle biliyomusun? zorunlu insomniamdan mıdır nedir anlamadım.
farketmeden yaşadığım en enteresan deneyimlerimden biri. unutmamam gerekiyo,bakileştirdim.

9 Haziran 2009 Salı

benki sanki kimki sahi



Kesinlikle çamaşır makinası bu çamaşırları durulamıyo. Neyi giyersem giyeyim hatır hutur kaşınıyorum böyle. Anneme bundan bahsetsem güler bana. Bi de şunu farkettim ki insan onyedi kez arka arkaya hapşurursa melodili hapşuarabiliyo. Islık çalar gibi yani. Melodili hapşurmam çok sık hapşurmamdan kaynaklıı. Sulu gözlü gezmem çok sık hapşurmamdan.. Gözlerimdeki kızarıklıklar hapşurmam sonucu sulanan gözlerime güneş değmesinden. Taaaa en başından ardı arkası kesilmeyen melodili hapşuruklarım bahara karşı olan külli allerjimden.anneme dayanamayıp bişeylerden bahsettikten sonra son düşündüğüm şey bu oldu:

çıkış noktamı unutmamalıyım;

çıkış noktamı normalize etmeliyim;

aynılık diye bişeyin varolduğunu kabullenmeliyim;

irileşmesine müsaade ettiğim şeylerin beni rahat bırakması için minicik-tefecik de olsa çaba sarfetmeliyim;

ruyalarımın güncelleştirmemeli, eski kıvamına geri çevirmeliyim (yürüyen layf teybıllar görmek hiç güzel bi ruya değil).

tüm bunların dahilinde ve ziyadesinde düşündüklerim de var tabi. empati yetimi belirli ölçülerde bertaraf etmeyi istiyorum.aynı şeyin, birisinin daha -aynı formda- yaşanmışlıkları dahilinde olduğunu öğrensem şaşırmam mesela artık. diyorum ya, çıkış noktamı unutmamam gerek. farklı farklı varolmuşluklarda, farklı farklı cürümlerde, farklı farklı nedenlerde ve zamanlarda neyin ne sebepten çıktığını unutmamam gerek. aksi beni gereksiz yere amaçsızlaştırıyor. ve bununla mücadele ede-bile-cek kadar olgunlaştığımı sanmıyorum. son başlangıcımdan beri az zaman geçti.onu olgunlaştırmadan sonlandırmak sahip olduğum bi çok haslete zarar verir.bu kısma başka yerde devam etmeliyim diye düşünüyorum şimdi de.-sanrılardan uzak-. neyin özünde ne olduğunu en yalın haliyle sana sunmak biraz interneti bencilleştirmek gibi.bu yoldan kime ne?

ama yine de benliğim kavga içindeyken -ki ergenliktir bunun adı- bulduğum çıkış noktalardan biri insanlığın varolduğuydu. insan diye faktorel değişime açık bi gerçeklik vardı. tutabilirdim. 22 yaş bunalımı çerçevesinde şimdi farkediyorum ki, insan diye bişey var. benim çıktığım noktadan başka başka yerde, genelde uzakta. atfettiğim özelliklerden bihaber. sır'sal vasıflarla adlandırmak isterdim bi kısmını. ama sır, tüm varlığını keşfe olan muhtaçlığına borçlu bana göre. insan dediğin sırsa eğer,

herneyse (üç(iki)nokta koymayı bile çokgördüm farkındaysan). ben sana bi hikaye anlatayım. bu olması kendinden mütevellit yazı(msı)yı da laf sokmak gibi kaygılar güdemeyeceğim bi yerde sonlandırayım. ama sanrısız, kesinlikle sanrısız.

Hatta bunu da anlatmayım.

Sıkıldım sanki ben. Ayın 25 ine deadlayn mı olur ama?o deadlayn ı 25 ine koyarsan, ben onu o zamana kadar vermem, içimde çok çeşitli karın ağrıları çıkar durur. Oyalanmak için çeşitli şeyler yaparım, sinekleri füze yerine koyarım, sabahtan akşama kadar “şimdi bi dakka bi dakka!ışık değişince değişiyo mu bu değişmiyo mu. Son bi deneyelim. Bi dakka ama bak burdan vuran sabah güneşiyle aynı görüntüyü vermeyebilir. Deneyelim.” Diye elime geçen herşeyle oynarım.pantolonlarımın suyunu sıkıp içinden sanat da çıkarmaya çalışırım, karpuz suyuyla çamlıcayı karıştırıp, sonra içine soda koyup deneysel çalışmalar da yaparım. Hatta resim mesim de çizebilirim, kolumda bacağımda desen mesen de çalışabilirim. O deadlaynı 25 ine koyarsan ben herşeyi yaparım o güne dek bu karın ağrımla ki! Arada bi de reklam niyetine sınav çıkıyor. Şimdi burda çok güzel bişey söyleyebilirdim ikisine de, ama yaratıcılığımı bunun için kullanmaya değer bile görmüyorum.

Anlatılacak hikaye de çöp çocuklar, hasanlar, anarşistler, dilenciler, piyangocular, giraylar ve daha niceleriyle ilgiliydi.anlatıcam,yazdım bunu da bi kenara. Ama şimdi değil. Unutmamam gereken daha önemli bişeyler var. eğer inancımı kaybedersem yapamam, bunu biliyosun demi? Çöp çocuklar, hasanlar, anarşistler, dilenciler, piyangocular, giraylar anlatılmaması gereken bi masal eskisi olmaktan çıkar gider.

sonra nooldu??işte ben uyandım. Hatır hutur kaşınmaya başladım. Alt tarafı 2-3 parmak kalınlığındaki yorgan nasıl oldu da üstümde o kadar büyüdü bilemedim. Gözüme güneş vurdu, uykum olması gerektiği halde doğrulunca yatakta rahatlayıverdim. Ve ruya görme yeteneğime bi kez daha hayret ettim. Birisini ya da herhangi birşeyi ruyama konuk etmek için bunu görsellik üstünden yapmama gerek kalmıyor. Düşüme düşen fuşya lacivert karışımı toz bulutu canıma dokunur dokunmaz anladım bunun böyle olduğunu.görmek istediğim herşeyi görmek zorunda olmamak hafifletici bişey.




what s a girl to do

30 Mayıs 2009 Cumartesi

haha..

filtermuzik'in omzuna elimi atıp, last fm'e naber güzel çocuk demek istemek..=))
taam, onun kadar olamasa da yarışır yani.
ama artık peypır yazmak istememek. tüm peypırlara çok ayıpçı küfürler etmek istemek. peypır haftasından ölesiye nefret etmek. peypırlara ve peypır haftasına bilinen tüm bedduaları sıralamak.

amaaa artık yazmak                   istemiyorum,istemiyorum,istemiyorum,istemiyorum,istemiyorum,istemiyorum,istemiyorum..
15+25+20+20 =80 sayfa peypır mı olur ya allasen.



coincidence

26 Mayıs 2009 Salı

ben değil, ama kimse de değil. biraz senden, biraz benden






kontrol edemeden düşünüyorum. o kadar çok düşünülmüşlüğüm var ki, tüm bunları düşünürken artık az düşünmeyi ve çok konuşmayı istediğimi farkettim. pes etmek gibi değil de, yorulmak gibi. dinlenmek için de konuşmam gerekiyor. ve bunun için de konuşmaya değer şeyler yaşamalıyım; ve yaşadıklarımı anlatmaya değer bulmalı. anlatmaya çalıştıklarımı unutmamayı istemeliyim, ve her ihtimale karşın tape record niyetine insanlarla paylaşmalı. dahası 'insanlar'ı anlatmaya değer bulmalıyım, ve sözcükleri şaşırmamalı, kafaları karıştırmamalı. konuşmanın dahi ne kadar zorlaştığını düşünüyorum. bunu ben yapıyorum. ve kendimi tutamadan, ne düşündüğümü umursamadan -kıkırdar gibi- düşünüyorum. boşver şimdi bunları, ben sana tüm gelişikliğini masallara borçlanmış bi hikaye anlatayım.


vaktiyle bi kız yaşarmış. bu ben değilmişim. ben sadece anlatıcıymışım (zaten yazıcın olarak neden sana kendi hikayemi anlatayım, demi?) bu kimse değilmiş. peri padişahının kızı değilmiş. ama yoksul köylünün kızı da değilmiş. aslında mutluymuş, sadece farkında değilmiş. hiç durmadan düş görmek istermiş, ve bu yüzden birazcık dalgınmış; hep dolaşmak istermiş, bu yüzden birazcık dağınık.sürekli birşeyler kaybedermiş. bu kaybettiklerini sürekli arar dururmuş ve bulamama endişesi onu korkak yapmış.biraz korkakmış, ve korkunca genelde sıçrarmış. her sıçramasında daha yükseğe dokunurmuş. her yükseğe sıçradığında korkusu biraz azalırmış. giderek daha ve daha sıçrayacağını sanar dururmuş. o her sıçradığında tozlar biraz daha ürkermiş, ve sinekler biraz daha rahatsız olurmuş. bu yüzden kız her sıçradığında tozlar 
bulut olur, yerçekimiyle arasına girermiş. ve kız daha yükseğe ve daha yükseğe dokunurmuş. bunu kendinden bilirmiş; ne toza verdiği zararın farkındaymış, ne de yükseliş sebebinin sineklerin kanat çırpışıyla, toz zerreciklerinin bulut oluşturmasından kaynaklandığının. babası üç kazanırmış hergün. ve bu üçü eşit miktarda paylaşması gerekenlere pay edermiş. kız fazlasını mı istermiş, yoksa elindekileri de pay etmeyi mi bunu bir türlü bilemezmiş. bu bilememezlik onu dalgınlığa sürüklemiş. aslında kız sürüklenmemiş, ama dalgınlığı deneyimlemesi yaşamını sürdürebilmesi için elzemmiş. 
bir gün bir dervişle karşılaşmış. derviş ak sakallı değilmiş. hatta bilge bile değilmiş. herkes divane olduğunu söylermiş, ama kızgın kazığa gözünü sokacak kadar bilgisizmiş. ne ateşin yaktığını bilirmiş, ne de sivri kazığın battığını. yaptığı bu ahmaklığı unutturmak için diyar diyar dolaşır dururmuş. kendini unutturmaya çalışırmış, ama iki gün önce ayak bastığı memleketi hatırlayamazmış. ne akıllıymış, ne de bilge. yolu bir zaman bir divane köyüne düşmüş. öyle sorular sormuşlarki bu dervişe, konuşamamış, dili lal olmuş. zaten konuşmayı bilemezmiş pek. tek kelimeyle cevaplayıvermiş. o günden beri, dervişi derviş diye çağırmaya başlamışlar. derviş kendini derviş sanıvermiş. 
kız böyle dalgınlığa dalsam mı dalmasam mı diye düşünürken, yolu bu dervişin yoluyla bir oluvermiş. derviş gidecekmiş, ama önce şanını yürütmesi için bu kıza birşeyler öğütlemesi gerekirmiş. bir yol göstermiş, ufukta rasgele parmağını sallamış. "gir bu denize, yıkan, doy, öyle çık. işte o zaman anlarsın sana neyin iyi olduğunu." kız sevinmiş. derviş dervişliğini yapmış; o da sevinmiş. sonra bulut içinde kaybolmuş derviş. kız şaşkınlığını üzerinden göndereceği için hafiflemiş, tozlar ve sineklerle birlikte yükselmiş yine yükselebildiği kadar. ufka doğru, denizine doğru yol almış. 
bir kaç saat yürümüş. 
belki de dakika..
belki de saniye..
belki de hiç yürümemiş. ama çok yürüdüğünü sanmış. denizine girivermiş. ve o anda ormanda bir karanlık hakim oluvermiş. ama olması gerektiğinden daha fazla karanlık olmuş heryer. ışık yokmuş. dervişin deniz dediği, dehlizden fazlası değilmiş. karanlıkmış heryer. öyle ki, kız değil görmeyi, parmağını şıklatsa duyamaz olmuş. ışığa değil, sese, dokunmaya da körleşmiş. vücudunun her hücresinin dönüştüğünü hissetmiş. sorduğu soruyu unutmuş. babasını unutmuş. üç akçenin payına düşen payesini unutmuş. aklından herşey uçuvermiş. sanki uçan bi balonun sepetinden ters sallanır gibiymiş. beyninden kan damlamak üzereymiş, ama kız gülümser dururmuş. hissizliği derviş yüzündenmiş. ama bu hissizliğin getirdiği hafiflikle kız kendini dervişe borçlu hissedermiş. dehlizden dibe düştükçe, balonun kıçında yükselir gibi hissedermiş. zehirden sarmaşıklar kollarına dolandıkça, o tüm tüylerini bertaraf ettiğini düşünürmüş. çelişki deniziymiş denizi, ama o dalgınlık denizinde yıkanıp, tüm ikilemlerini orda bıraktığını sanırmış. sonra birgün bir karga görünmüş kızın gözüne. uzun zamandır kızın algıladığı ilk şey bu kargaymış. karganın ağzında bir aslandişi varmış. aslandişinin yaprakları arasında ince uzun yaprak böcekleri.kız bütün olarak kargayı görmüş, ağzındaki çiçeğe dokunmak istemiş, ve yaprak böceklerini adlandırabilmeyi. yapamamış. kızın sağlam dili lal olmuş. gören gözü kör. kulakları sağır. karganın görüntüsü yitivermiş. yavaş yavaş
 bulanıklaşmış. kız hiçbirini tutamamış. neyi görmeye çalıştığını aklına getirememiş. önce yaprak böceklerinden vazgeçmiş, sonra aslandişinden, sonra kargadan. en son bir umutla karganın sesine kulak vermiş. belki arayışları çirkinleştikçe bulması kolaylaşır diye. karganın sesini duyamamış. aradan birkaç saniye geçmiş. ne yaptığını unutuvermiş. ama yine de gülermiş kız. ağzında kocaman, gevrek bir gülümseme varmış. bedeni tutukluluğundan hoşnutmuş. ama neyden hoşnut olduğunu bilemeyecek kadar çaresiz,kendini yitirecek kadar bilgisiz. hatırasına babası gelmiş. peri padişahı olmayan, ama yoksul da olmayan babası. sonra onu da unutuvermiş. artık yeni bir yol ayrımındaymış. ya kent sirkine doğru ilerlemeli, ve soytarılık becerilerini kazanmalıymış, ya da derviş olmayan derviş gibi diyar diyar, tek kelime ederek, gönül gözünü kapatarak, tüm güçsel vasıflarından azad olunarak dolaşmalıymış. kız gözünü kapatmış. gönül gözü kapanmış. akıl gözü kapanmış. önü görülemeyecek bir hayalmiş, berisi hatırlayamayacağı kadar sisliymiş, hakikatse algılayamayacağı kadar gizliymiş.

sonra nooldu? ben düşünüyodum işte böyle yine yolsuz ve de yöntemsiz.sevin hadi, senin hakkında da düşünüyodum. bu senenin neden bu kadar tuhaf olduğunu düşünüyodum. başıma gelenleri düşünüyodum (acımasız, ağrısız, esrarengiz; bi o kadar neşeli, bi o kadar enteresan, bi o kadar ruhani). baktım, bu böyle olmayacak. artık düşünmemeliyim diye düşündüm. olabilitesi olan olmamışların zihnimi doldurmasına bi dur demeliydim. en azından nasıl düşünmeyeceğimi düşünmeliydim.ne senin hikayen, ne benim. belki biraz senin, biraz benim. hiçbirimize ait değil, ama hepimize malolmuş durumda. kendini arama, dur.
 sahiden, bi bulut koltuğum vardı benim beş metre aşağıyı kilometrelerce uzaktan gösterebilen, engelleyemdiğim ve kontrol edemediğim şekilde periyodik olarak çekim kuvvetini üstümde deneyen. gitti mi o?



gece, melek, ve bizim çocuklar





(böylece alıntıyız, çok feci alıntıyız)

bekle..

bu kadar düşünülmüşlüğün arasında sana bi hikaye yazıyorum. bekle..sadece bi kaç saat bekle.


le vent nous portera

22 Mayıs 2009 Cuma


hala düşünüyorum. her ayın yaamuruna karşı gelişen refleksif fobimi düşünüyorum. neden hala beni kıpraştırıyo soğuktan onu düşünüyorum.
bi de düşünüyorum ki galiba küçük tefek şeyleri fazla iri iri görüyorum. sadece sakin olmam gerekiyo.
sakin..




eylül akşamı

19 Mayıs 2009 Salı

2(nd)midterm

Neler düşünüyorum neler. Birazcık yorgunum. Birazcık endişeli. Birazcık  üşengeç. Başımın bulutları duman duman. Birazcık korkuyorum. Bu kez kim tutar? Ne yapar? Büyütecek yaşta değilim. Ama yaşlı da değilim. Arada bi yerdeyim. Birazcık dışarıdayım. Püf desem uçarım. Dokunsam ağlarım. Kendimi görmezden gelişim bu sebepten ; belki  kabalık diye addettiğimden, belki kalabalık.Öfkeli değilim, ama birazcık şaşkınım. Birazcık sabırsız, birazcık sıkkın. Nerede bitecek, ve nasıl? Birazcık meraklı. Sanırım ayrımlaşıyorum. İyi olmayı umuyorum.Avcumdan düşürdüğümden beri hızına yetişemiyorum. Ait olduğu yere dönmeli. Kökü bende kaldı. Tüm tabletlerden bertaraf olunarak yine yollara düşmek gerek.
bi de yarın bi ara bi sınavım vardı benim sanki.
hayata ne garipsin demek istemek


yol arkadaşım

17 Mayıs 2009 Pazar

1m&m1








alt tarafımdaki güzellikleri bi an önce ışığa kavuşturmam gerek. varolup olmadığından dahi kuşku duyduğum bi insan bana 'proactive' olmamı söyledi ( bu sefer dış dünyadan. kurgusallardan değil, valla bak!). ben de didiklemeye başladım. altımdaki okşayasım gelen, ağrısız tarafları zaten üstten taşıdığımı farkettim.sonra nooldu? biz büyüdük. ama bu sonranın bi de öncesi var tabi.

emine takribi 80 cm boyundaki, ama tamamen iki tekerlekli mavi bisikletini sürmeye çalışıyodu. ne olduğunu anlamadan aradan 16-17 sene geçti. geçmişi daha eski, ama en eski görüntüsü bu. aralarda farklı farklı şeyler oldu. misal farklı farklı yaşlarda (7-20) farklı farklı yerlerde (bahçe-tunus)
farklı farklı ağaçlara tırmandık (badem-dut; ama özellikle dut, hep dut, ölümüne dut). aralarda bi yerde (11-12) kelebek sallamayı öğrendik. en büyülü eğlencemizdi. emine ters tarafından tutup sallayınca elini kesti. ısrarla yıkamadı. dolaştı öyle kanlı kanlı. sonra yine anlamadık, deli gibi büyüdük bi daha. her seferinde yeteri kadar büyüdüğümüzü idda ediyoduk. sonra birisi bize nah! çekiyodu. biz hastırsın diyoduk. format değiştirelim dedik biz de. böylece deliler gibi vafıl yediğimiz günlere doğru bi transformasyon haleti ruhiyesine bürünüverdik. dolapta hamurumuz hazır bekliyodu. ben mayıs ayı konserlerinde ısrarla paltomu giyiyodum.bu yüzden öncesinde dükkan dükkan gezip bana tişört almamız gerekiyodu. emine 'şovalye'sini salonun ortasına kurmuş onbeş dakkada bir yağlıboya tablo boyuyodu. ben papyon peypırlarıma büründüm sabahtan akşama, akşamdan sabaha papyondan peypırlar yazıyodum. üç kişilik bi yatakta iki kişi uyuyoduk. bi de sabahtan akşama kadar ezginin günlüğü dinliyoduk. altlı üstlü evleri birleştirivermiştik böylece. eve uğramaya karar verdiğim bi gün tunalıya gitmeye karar verdik. aslında karar vermemiştik. ama şansımızı zorlayıp eskişehir yoluna çıkınca geri dönüşe en yakın yer orası gibi gelmişti. ne demek istediğimi ben de anlamadım blogcuğum, üzülme o yüzden. sonra sapından kökünden beyaz stüdyomuzda buluverdik kendimizi. ama bu kez içeride değil, dışarıdaydık. emine öküz gibi gülerken resmimi çekti. rüzgarlı havada rüzgara rağmen kibrit de kibrit diye tutturduğumu da gördüm. piiis çakmağımın taşı düşmüştü ve henüz çiidem bana yenisini almamıştı.ama asla ve asla hatırlamak istemediğimiz, ve hatta bizce fotoğraflarımızın da hatırlamak istemediği; ama ısrarla fotoğraflarımıza konuk olan bir de misafirimiz vardı. bu davetsiz misafir kişisi çok uykusuzdu. galerinin tiyatrosunda çalışıyodu. ama deli gibi uykusuzdu. kardeşinin okuduğu okulu
bilmiyodu. tabiiki biz merak etmiyoduk. ama bu bilgi eksikliği ne kadar uykusuz olduğunun belirteciydi, ve kesinlikle belirtmesi gerekiyodu. belirtti. bana belirtti. dört kişi bi cenah oluşturarak o sap gibi bankta bilimum soytarılıklar yapıyoduk. en dertli bendim. kibritim vardı, ve deli gibi bi lodos vardı. ve rüzgara karşı oturuyoduk, ve oturmamız gerekiyodu. ve
tanışmam gereken iki kişi vardı, ve
saçlarımı kontrol edemiyodum. ama dillendiremememden mütevellit davetsiz misafir kişisi tuvaleti olarak beni seçmişti. tüm resimlerimizde o da vardı ve onu asla unut(A)mayacaktık. sonra tunalıya çıktık. salak salak dolanırken birden emine yıllık görüntüsünü yakaladı. tutması gerekiyodu. biz altından girdikçe o üste çıkıyodu.üstün önünü kestikçe, arkadan görünüveriyodu. [ bunu da anlamadım, sıkma canını, bu maymun iştah bende zuhur ettikçe seni de kapatırım elbet,sen de huzura kavuşursun blogcuk.] emine metin olmak istiyodu, çok metin olmak istiyodu, deli gibi metin olmak istiyodu. ne topuk dinliyodu, ne taban, ne oh, ne ah.ben de eminenin deli gibi metin olmasını istiyodum. ama gel gör ki metin emine olmak istemiyodu. üç katlı dükkanları alt üst ettiysek de, emineyi metin edemedik.bi sene sonrasını beklemeye karar verdik. o yüzden bu aralar deli gibi dolaşmamız gerekiyo.

sonra ne oldu?stadda oturuyoduk. ve ben bi sene içinde saçlarımın ne kadar uzadığını m&m'in çektiği resimler üstünden kestiriyodum. sadece bu kez öküz gibi gülmüyodum. ve biz hala yeter dedikçe büyüyoduk..






i have seen it all

14 Mayıs 2009 Perşembe

uça(ra)k uç(s)ak!..



peki ya kuşlarımın sayısı da artarsa?dönüşüm geçiren her parçamın kuş olmasından korkuyorum sanırsam. buraya bu tür şeyler yazmayacağıma söz vermiştim. ama duramıyorum. beden sınırlarımın içine kendi kendine gelip kurulan bu 'şey', ne adını söylüyo, ne benimle konuşuyo. ben fazlalık olduğuna ikna etmeye çalışıyorum. konuşturamadığım için bilemiyorum derdi ne. evet, eğer kuş korkusuysa gerçekten öfkeleneceğim. belki de bu kez zamanımın o kadar da kötü olmadığını ispatlamaya gelmiştir, bunu da bilemiyorum. çünkü benimle konuşmuyor.

geçenlerde bi rüya gördüm. bissürü plakım ve bi pikapım vardı. nostaljiden uzak, gayet bugüne eklemlenmiş bi ruya olmaya çalıştığı besbelli ki plaklar bu güne aitti. pasaj pasaj dolaşıp plak arıyodum ben de. deli gibi seviniyodum pikapımda plaklarımı dinledikçe. anadilimde görmem gereken ruyam eğer plakları follow, dark falan diye ayrımlaştırmak istediyse bu benim suçum değil. ruyalarıma organizasyonları hakkında müdahale edebilecek kadar güçlü değilim. ben diliyorum, onlar yaşamsal olmayan yollardan görünüyolar işte. hepsi bu. çarpıklıklarını da bilemiyorum.

bunun dışında tutamayacağım sözleri tutar gibi yapmayı kendime amaç edinmiş gibi duruyorum. her noktadan dışsal dünyayla çevrelenerek değişiyoruz. ama ben dans etmekten bunu fark edemiyorum. ama yine de uğraşması çok eğlenceli. eğer öyle birisi varsa bugün dokunulmaz eylemeye karar verdiği kesimlerim vardı. dokunmadım ben de. gün içinde üç kez değiştirdiğim saçlarımı yanıma aldım ve dolaştık. ve bu kez amaçsız değildi. her seferinde mızıka ve çiçek dürbününü soran bi aydınlığım var benim çünkü. en azından bu kadarını yapabilirdim. ben de o zaman amacım aramak olsun dedim. çok iyi bildiğim bişey girdiğim ilk dükkanda bulsaydım, ve girebileceğim son dükkanda bulamasaydım uyduruk amacım boyut değiştirecekti. mızıka kolay. evi biraz deşsem benden kalmayı bile bulabilirdim belki. ama çiçek dürbünü ben yürüdükçe hantallaştı, kamçı oldu sırtıma yerleşti. yönlendirmeler, yönlendirmeler, ve yönlendirmeler (metro altı->zafer çarşısı->tüp geçitler->moda çarşısı->izmir caddesi->menekşe sokak->sümer sokak->necati bey->necati bey->necati bey->izmir caddesi->kitapça:)). en yaklaştığımı hissettiğim an sanırım mert kırtasiye(msi)yi bulmaya çalıştığım andı. ne istediğim soruldu.. çiçek dürbünü cevabını verip biraz da tarif edince beni izmir caddesindeki bi dükkana yönlendirdi. ve mert kırtasiyenin sahibi yönlendirdiği dükkanda çiçekli, üstelik çevrilince görüntü değiştiren bi dürbün görmüştü. yönlendirildiğim dükkan hipo düzeyde üretilmiş teleskoplar satıyodu. öyle ki gözüme çarpan en önemsiz ürün teleskop-dürbün karışımı hibrid bişeydi. gayet kendimden emin bi şekilde yine de çiçek dürbünü sordum.ne dediğini hatırlamıyorum,ama ben peki dedim. ne istiyodum bilemiyorum. aramak mı istiyodum, bulmak mı, dolaşmak mı, yürümek mi, kelebek uçurmak mı..bilemiyorum.evet, kesinlikle bi çiçek dürbünü arıyodum.yerimde durmaya çalıştım ama uçuruldum bi kere.ne tarafa olduğunu da bilemiyorum. eve girinceye dek gevrek gevrek yaşadım öyle bi müddet. gayet gerçek bi şekilde kendi kendimi yaprak misali yerlere de atıyorum tabi. ama bu tamamen başka bi hikaye.

tüm bunları hala bilememekle beraber, daha çok dışımdaki ideal tarafın girdiği dönüşüm makinesinden kuş olarak çıkmasına dair çekinik genlerim var.bunu da bilemiyorum. kuş olmayı tercih etmemesini diliyorum.

karanlıkta takip edildiğimi bilmiyodum.işlevi akşam yorgunluğumu almaktan ibaret bi şarkının böyle de zevkli bi ruyanın ortasına parça parça düşeceğini de bilmiyodum.plaklar düğün davetiyesi gibi paketlenmişti. o kadar değişmezliğe neden ambalajlarının dayanamadığını da bilemiyorum. o kadar çok pasaj gezdim ki dört duvarı plaklarla dolu odama daha fazla ve daha fazla plak ekleyebilmek için. son aldığım plağın ambalajını bi türlü açamadım. çok fazla ve gereksiz kurdela kullanılmıştı.sekiz dakikalık rem uykum içinde saatlerce kurdelasını açmaya uğraştım.ne kolumda derman kaldı ne boynumda. bi uyandım, herşey ruyaymış.onca yorgunluğu boşa sahiplendiğim yetmiyomuş gibi bi tanecik plakım da yoktu. ben de sidilerime baktım uzun uzun. en kıymetlilerim gözüme hiç bu kadar sevimsiz görünmemişti. tüm bu yaşanılanlardan tek hissettiğim buydu.evet,plaklarımı ruyamda bıraktığım için çaresiz, anlamsız, ama koccccaman bi öfke hissettim. küçük, çok küçük, küçücük bi anlığına.




this place is a prison










4 Mayıs 2009 Pazartesi

"odtü yürü!!"

öncelikle çok ama çok eşşeksin.beni ağlatacak kadar eşşeksin.
kordon bağımdan bana tutunarak bedenimi terkettiğim zaman dönmemi emreden bi komuttan ibaret görünse de değil. çok daha fazlası. tam da sabahın köründe bizi gülümseten 'anlamsız gurur'un anlamını sorgularken. tam da yansıma sözcüklerinin nasıl da yanılsamadan ibaret olduğunu kendi kendime ispatlamaya çalışırken. tam da ayırt edemeyecek kadar yorgun düşmüşlüğümden (gayet ve tamamen fiziksel:)) mütevellit tüm grupla bütünleşmişken..
başka bi bütünselliği özgür bırakmak için yürümem gerekiyodu. ruhu serbest bırakmıştım. hem dolaşıyor, hem de tüm ödevlerini yerine getiriyordu. tam olarak da bu yüzden sadece bi kaç saniyeliğine de olsa hiç bişey düşünmedim. üç-beş-yedi saniyelik tatile girdim. hiç bişeyin anlamını sorgulamadım. beden dinlenmeliydi. zihnimi boş, bomboş bıraktım. onu daha fazla yormamalıydım.
hıhı,tabi.
ülkü tuhaf şekillerle gözüme görünecek kadar somutlaştı. ülküme dokunabiliyordum. ülkü ayak seslerim oldu, slogan oldu, alkış oldu, fotoğraf makinem oldu,şapşal şapşal gülümseme oldu, polis korkusu oldu.ne dese yapıyorduk. ülkü bendeydi.sonra ülkümüz koşmamızı buyurdu.biz de koştuk.ve ben ilk kez yürüdüğüm yolda ,hayatımın ilk ağırlıklı (ağırlık:çanta) uzun mesafe koşusunu yapıyordum. sonra yasemin geldi yanımıza. yaseminin ülküsü başka bişey buyurmuştu.bize özgürlük getirecek ya, şımartıyorduk.ne dese yapıyorduk.bi gün yaseminle baryam bekliyoduk.yani beklemiyoduk ama baryam gelse ne güzel olurdu diye düşünüyoduk. ben kolonyolar parfümler sürünce nasıl da arılar tarafından çiçek sanılacağımı öğrenmiştim.yaseminden öğrendiğim ilk şeydi. ikimiz de arap bacı gibiydik.birbirimize bakıp hem birbirimizi, hem kendimizi görebiliyorduk. deli gibi ağaç dikiyorduk. bi tane de kendimize diktik sanırım.sanırım büyüyo öyle güzel güzel.sonra dadayla dinlendim.
kendime dair farkettiğim, güne dair en küçük şeydi az sonra yazacağım cümle.çanta değiştirirken çerleriyle ve çöpleriyle değiştirebiliyorum.bunu yapabiliyorum.mesela kibrit çöpleri varsa bi öncekinde, bi sonrakine o kibrit çöpünü aktarabiliyorum.ben de şaşırıyorum,ama yapabiliyorum bunu.her neyse,elimi atınca elime gelen çöpgibideğilgibi, bizi götürmesi gereken yere götürdü.aslında gittiğimiz yer çöpgibideğilgibi yi saklandığı delikten çıkardı.neden o kadar rahatsız sandalyenin gözüme istikbal beş yıldızlı yataklar gibi göründüğünü anlamak için ertesi güne kadar sabredip hamlayan kolumu bacağımı kıpırdatamamam yeterliydi.ve her zaman muzlusüt içtiğim mekanda artık köfteler, elma dilim patatesler vardı. öküz ödü kokusu köfteye karıştı. ne köfteyi duydum, ne öküzödünü,ne elmadilimpatatesi.
kopuk anlamsızlığını anlaşılabilir kılmak ve fotoğrafların bi sonraki yazıya kalsa olur bence.anlaştık mı?bence anlaştık.afferim,şirinleri görücen:))
ha, hala çok pis mütiş, şahane bi eşşeksin,orası ayrı-apayrı bi nokta tabi.bu ben değilim; ve evet,çok yorgunum..



people as places as people

30 Nisan 2009 Perşembe

düş peşindeyim, düş peşime..


ilk yunikorn a bindiğim zamanı çat pat hatırlıyorum. muhakkak benim için enteresan bi deneyim olmuştu. ama bunu çok fazla önemsemediğime eminim. çünkü bunu gerçekten gayet reel olarak deneyimlediğime de eminim. dahası, gün içinde yapılacak bir sürü şeyim vardı. sokağa çıkıp akşama kadar bir sürü oyun oynamalıydım. her gün on kez kirlettiğim üstümü başımı anneme göstermeden değiştirmek zorundaydım. karpuz suyunu kimseye belli etmeden içmek zorundaydım. bir sürü fantastik hikaye dinlemek ve hepsine inanmak zorundaydım. ilk kez yunikorn um olsun diye arzuladığım, ve gün içinde istediğim zamanıysa yazık ki çok net hatırlıyorum. ve bu benim için gerçekten çok önemliydi. böyle bişeyi istemek seçtiğim bi ruyamın gerçek yaşamım olmasını arzuladığım anlamına geliyodu. gerçekle saygılı bi ilişkimiz var. belki o da biraz hastalıklı. çok uzun bi süre bu ilişkiyi rayında ve olması gerektiği gibi götürdük. ben onu görmezden geldim, o beni umursamadı. çok kızdırmış olmalıyım. büyük büyük öfkelerle karşıma dikildi. ve ben babamdan bi gün nefret etmeye karar verirsem yegane sebep olarak bana hayal kurmayı öğretmiş olmasını seçmeye karar verdim. başka bi sebep olamaz zaten..

yine de avcumda kök görünce seviniyorum. özgürlük öyle bişey ki, istesem de kök salamıyorum. yapamıyorum. uçan halı gibi..
çeviri derken????
peki..
bugün umduğum gibi bitmedi.





noah's ark

19 Nisan 2009 Pazar

"sabah mı?"




parmağıma bulaşan isin adı anneannemmiş.sardunyaları,küpelisi,ve anneannem..
yıllar yılı onu eskisi gibi görmek istedik.eskisi gibi dik,sapasağlam.o yeryüzünde yaşadığı son ilkinde bize bunu armağan etti.canı hiç acımadı,bundan çok eminim.gün içinde en sevdiği zamanda, abdestinden sonra kolunu indirirken ve bir dakika içinde..
yasemin ve karanfil esansı..
nisan yağmurları..
en sevgilisi..
annemin gözyaşları kendi annesineydi.annesinin tek hayali gerçekleşti.her yaşta zamansız,her zaman beklenmedik..
hepimizin hafızasındaki son hatırası hep olmasını istediğimiz gibi duru,dupduru.