14 Nisan 2010 Çarşamba

3-2


giray?
şükürler olsun.ben seni öldü sanıyordum.

evet abi bozuldum zaten. nerden çıkarıyorsunuz böyle şeyleri?

öyle dediler.giray çok sevindim.deli sevindim.kanatsız meleğim.kanatlarını görmek isteyeceksin diye çok korktum.

biliyorum sevindiğini. ben de o yüzden erenle yukarı çıktım.

giray sanırım bu menekşe yeniden çiçek açıyor.peki ben ne zaman göreceğim seni?o kadar özledim ki..
giray?alo?giray?


kuş olmanı hiç istememiştim.isteyeceksin diye endişeliydim. sen kuş olmayı seçtin.
oyuk,kırık,renksiz,boşluk..
hepsinin adı sen oldun menekşelerin,güvenin,sevginin,huzurun,umudun,hayatın adıyken.
biliyorum geçecek.hayatın devam etme hususundaki inatçı gayretine hep hayret ettim zaten.
ama hep seni bugün özlediğim gibi özleyeceğim.
çok kötü düştüm giray.


'benimle sigara mı içmek istiyorsun?'

6 Nisan 2010 Salı

dayanamaz yersin



"ben öleceğim ve facebook profilim baki kalacak ardımda. daha ne olsun!" dedi.
zınk diye titredim resmen. uzun süredir kimsenin kafasına düşürme gereği duymadığım florasan lamba tam kafasının üstünde tuz buz oldu. ben de ölecektim, ve facebook profilimdi benden sonraya baki kalacaklardan olan. bunun bana yeterli olabileceğini iddia ediyordu. aman allahım! arendt bizimle birlikteydi ve duyduğunda bu düzlükte sınır tanınmayan kritiği, sanırım aşkından dağlara kaçırdığı heidegger'i unutacak kadar o da zınkladı. bağlandığı herşeyi hiç sorgulamadan içselleştirmişti belli ki. görme yetisini hatırlamasını salık vermeye dair en ufak bir hevesim kalmamıştı. pencereden matematik binasına çevirdim ben de başımı. güzel de bir müzik açtım. başımı çevirmek yetmeyecekti, ben de pencereden dışarı kaçtım. ne tuhaf! gerçekten doğruyu söylediği için mi kızmıştım bu kadar, yoksa gerçekten saçmalıyor muydu, bilemiyorum. ama sanırım, zincir kırmanın verdiği hazzın su götürmez gerçekliğini hedef alan bu baltaydı tüm hevesimi kaçırıp açık pencerenin baştan çıkarıcılığına beni kaptıran. hatta bundan emindim. sonra zaman geçti. yarım saat gibi gelen birkaç gün de geçti. mesut hoca konuşurken imber'in çıkarımları hakkında, elime konan tefecik ve son zamanlarda gördüğüm en sevimli böcekle oynarken düşündüğüm şey buydu. baştan içime kasti olarak nefret tohumları eken canlı cansız her türlü varlığı sonraları bir şekilde sevimlileştirdiğim gerçekliğine istinaden ufak bir telaş duydum bünyemde, küçük kahverengi böcekle oynarken. öte yandan bizi gavurlar yönetmişti ve patriarkik bi sosyetenin antenli canlılarıydık koca bir halk olarak. ilk zamanlarda türkiktik, ortalarda gavurlaşıp, sonraları da kürtleşmiştik. anadolu ve rumeli ikiye bölünmüştü ve her ikisi de yoluna devam etmeye karar vermişti. bence herkes yeşildi. kiminin açık, kiminin koyu yeşil olması buyrulsa da büyük abiler tarafından, herkes yeşildi. ve ben hüdavendigar ismine duyduğum kımıldak sempatiden artık sorumlu olmamaya karar vermek üzereydim. hatta adımın hüdavendigar olması gerektiği zamanlarda, adım hüdavendigar olabilirdi; bence sakıncası yoktu. ama sakıncalı şeyler de yok değildi. sitti hatun- fatih evliliğinden faşizm doğurtabilirdik. çünkü bir kısmımız açık yeşildi, bir kısmımız koyu yeşil. bunu aşabilecek tek şey vardı adına aşk denilen. sahip çıkan 6 erkek çocuk doğurabiliyordu hürrem misali. benim için çok mümkün değil bu. zira küçücük bedenimden 6 erkek çocuk çıkarmaya kalkarsam, 3 katlı apartmanlara benzeyecek olan bedenimin kemik erimesinden kolayca topraklaşacağı kaçınılmaz.
peki nasıl birşeydi sahipleneceğim, teslimiyeti kabul edeceğim, son nefese kadar biat edeceğim, görünmezlik pelerini geçirdiğim tüm zincirlerimi görünür eyleme pahasına bir olmayı kabul edeceğim? kılıç kuvvetiyle hukuki meşruiyeti kazanma pahasına kabul edebilir miydim? o zaman ne farkım kalacaktı değiştirmeye çalışanlardan? değişim değildi sanırım beklediğim zaten. dönüşümdü. kutsallık adına dönüşebilmek ve dönüştürebilmek, kutsalın bizzat kendisi olabilmekti. kılıç kuşanma askeri erdemin göstergesi olan bir seramoniydi. önce eyüp türbesi ziyaret edilmişti, sonra kılıç kuşanılmıştı. kılıç din yolundaydı her yolda. din yoluna deyp, dindaşlarına da sallanması elzem görülünce, yine kitabına uydurma sanatı el sallar olmuştu. bu kez aşk da yoktu üstelik. o zaman ben de yoktum. aşk bedenden soyuttu. oysa 'meşru iftira' toprak parçasının ta kendisiydi. seceremi çıkarıp, değil hz.nuh'a, daphne hazretlerine kadar dayandırmak istedim. kök salmaktan, bağlanmaktan bu kadar kendini sakınan ben, bi an özümü başka bir türdaşımda, ya da genel olarak varlıkta görüp, tereddütsüz kök salmaya razı olduğumu düşledim. ve hatta acı da olsa, avuçlarımda taşıdığım köklerimi kendi irademle toprağa teslim etmeyi..
16. yy'ın ortalarına dair statik bir analiz verilmeye devam ediyordu. iber'e şükran duymalıydık. hatta bu şükran duygumuzun yarattığı denizde boğulabilirdik. patrimonialism o zaman da keyfi değildi, kurallara bağlıydı. kural derken?? patrimonialism şimdi simulasyondan ibaretti. ve ben ısrarla birey bile olamadığımız dünyada aşkı kalıcı kılmanın mümkün oldugunu iddia ediyordum. yanlışlanmam için ne çok şey vardı. modern demokrasi bile tektipleştirmeye dayanıyordu. bu durumda, bu iddiamla, elinden çıkarmadığı kara sargı bezine rağmen odasının kapısını sürgülemeyi bilerek unutan amaranta'dan pek farkım kalmıyordu, böyle yansıyordu. ikisinin neden farklı olduğunu kimseye söylemeyecektim; görebilen zaten beklenendi.
ben neden bahsediyorum?akıncılar dahi bağımlıydı. göçebelikten geçemediklernden akıncılaşanlar dahi 5 köle getirmedikleri zaman 25 akçe cezaya çarptırılıyordu. amaç belleyip, kolumu dahi kıpırdatma zahmetine girmemişken, ben, katmerli-katmanlı cezamı düşünürken dahi ürperiyordum. zımmi bile devşirilebiliyordu. bense duvarıma sahip çıkarak engellere dahi engel oluyordum. biliyorum, tüm metaforlardan bağımsız olmak gerek kendi metaforunu oluşturabilmek için. bağlılıktan neşet eden bireysellik, bu kaygıyı unutma suretiyle tamamen yok etmişti. daha da bencilleşip üstümdeki örtüyü kaldırabilir, neredeyse bütünsel eylendiğim duvarımı kendi elimle yıkabilirdim. kaygı değil bence bu. özsel bir metafor oluştururken of bile çekmemiş olmanın bünyeme kattıklarını umursamıyor oluşumu seviyorum. ne var ki özsel metaforumu zaten önemsemiyorum. sadece nefes alarak bile değişmeye mahkum çünkü..
yukarıdan, iktidarın yanından bakıp, adalete, demokrasiye, insan haklarında, meşruiyete, kutsiyete dair söz söyleyen tebanın 'biz kimiz?' diye sorması kadar saçmalaşabilme potansiyelini taşıyor çünkü..toplumsal düzenimi toplumdan muaf tutuyorum, ne yaptığımı bilmeden; ve hatta idealize edilmiş formlardan da bihabermişci taklidi yaparak. zaten otorite de otorite olmayanla enkorpe ederek otoritesini kurabiliyordu. klasik döneme kucak açmasına rağmen zorunlu bir postmodern olarak ben, kendimi bu cümleye oturtma gayretini (ya da gafletini) görmezden geliyorum. zaten ben de dahil, bütün hanımlarımın çoklukla derdi olmadığına eminim. zira bizlik fikri dolduruldu, donduruldu, bölündü ve parçalandı. muhtemel referanslarıyla muhtemel resimlerinde nasıl bir özdeşleşme çıkıyor, bir fikrimiz yok. nasılsa aynı otorite kisray olması gereken yerde kisray gibi, sezar olması gerektiği yerde sezar gibi, kayzer olması gereken yerde kayzer gibi, kanuni olması gereken yerde kanuni gibi davranabilme "illusionic" yet(k)isine sahip.

sonra nooldu peki? işte ben zaten zar zor, tepine tepine kavuştuğum uykumdan uyandım. bir sürü ses vardı, ama aklımda tek bir ses kalmıştı. gördüğüm en esrarengiz ruyanın aynını görmüş olmanın şaşkınlığını hissedebiliyordum. ancak bu kez yalnız değilim. artık bir de sesi vardı ruyamın.
tembellik hakkımı kullanıyorum, evet!




monochrome