30 Mayıs 2009 Cumartesi

haha..

filtermuzik'in omzuna elimi atıp, last fm'e naber güzel çocuk demek istemek..=))
taam, onun kadar olamasa da yarışır yani.
ama artık peypır yazmak istememek. tüm peypırlara çok ayıpçı küfürler etmek istemek. peypır haftasından ölesiye nefret etmek. peypırlara ve peypır haftasına bilinen tüm bedduaları sıralamak.

amaaa artık yazmak                   istemiyorum,istemiyorum,istemiyorum,istemiyorum,istemiyorum,istemiyorum,istemiyorum..
15+25+20+20 =80 sayfa peypır mı olur ya allasen.



coincidence

26 Mayıs 2009 Salı

ben değil, ama kimse de değil. biraz senden, biraz benden






kontrol edemeden düşünüyorum. o kadar çok düşünülmüşlüğüm var ki, tüm bunları düşünürken artık az düşünmeyi ve çok konuşmayı istediğimi farkettim. pes etmek gibi değil de, yorulmak gibi. dinlenmek için de konuşmam gerekiyor. ve bunun için de konuşmaya değer şeyler yaşamalıyım; ve yaşadıklarımı anlatmaya değer bulmalı. anlatmaya çalıştıklarımı unutmamayı istemeliyim, ve her ihtimale karşın tape record niyetine insanlarla paylaşmalı. dahası 'insanlar'ı anlatmaya değer bulmalıyım, ve sözcükleri şaşırmamalı, kafaları karıştırmamalı. konuşmanın dahi ne kadar zorlaştığını düşünüyorum. bunu ben yapıyorum. ve kendimi tutamadan, ne düşündüğümü umursamadan -kıkırdar gibi- düşünüyorum. boşver şimdi bunları, ben sana tüm gelişikliğini masallara borçlanmış bi hikaye anlatayım.


vaktiyle bi kız yaşarmış. bu ben değilmişim. ben sadece anlatıcıymışım (zaten yazıcın olarak neden sana kendi hikayemi anlatayım, demi?) bu kimse değilmiş. peri padişahının kızı değilmiş. ama yoksul köylünün kızı da değilmiş. aslında mutluymuş, sadece farkında değilmiş. hiç durmadan düş görmek istermiş, ve bu yüzden birazcık dalgınmış; hep dolaşmak istermiş, bu yüzden birazcık dağınık.sürekli birşeyler kaybedermiş. bu kaybettiklerini sürekli arar dururmuş ve bulamama endişesi onu korkak yapmış.biraz korkakmış, ve korkunca genelde sıçrarmış. her sıçramasında daha yükseğe dokunurmuş. her yükseğe sıçradığında korkusu biraz azalırmış. giderek daha ve daha sıçrayacağını sanar dururmuş. o her sıçradığında tozlar biraz daha ürkermiş, ve sinekler biraz daha rahatsız olurmuş. bu yüzden kız her sıçradığında tozlar 
bulut olur, yerçekimiyle arasına girermiş. ve kız daha yükseğe ve daha yükseğe dokunurmuş. bunu kendinden bilirmiş; ne toza verdiği zararın farkındaymış, ne de yükseliş sebebinin sineklerin kanat çırpışıyla, toz zerreciklerinin bulut oluşturmasından kaynaklandığının. babası üç kazanırmış hergün. ve bu üçü eşit miktarda paylaşması gerekenlere pay edermiş. kız fazlasını mı istermiş, yoksa elindekileri de pay etmeyi mi bunu bir türlü bilemezmiş. bu bilememezlik onu dalgınlığa sürüklemiş. aslında kız sürüklenmemiş, ama dalgınlığı deneyimlemesi yaşamını sürdürebilmesi için elzemmiş. 
bir gün bir dervişle karşılaşmış. derviş ak sakallı değilmiş. hatta bilge bile değilmiş. herkes divane olduğunu söylermiş, ama kızgın kazığa gözünü sokacak kadar bilgisizmiş. ne ateşin yaktığını bilirmiş, ne de sivri kazığın battığını. yaptığı bu ahmaklığı unutturmak için diyar diyar dolaşır dururmuş. kendini unutturmaya çalışırmış, ama iki gün önce ayak bastığı memleketi hatırlayamazmış. ne akıllıymış, ne de bilge. yolu bir zaman bir divane köyüne düşmüş. öyle sorular sormuşlarki bu dervişe, konuşamamış, dili lal olmuş. zaten konuşmayı bilemezmiş pek. tek kelimeyle cevaplayıvermiş. o günden beri, dervişi derviş diye çağırmaya başlamışlar. derviş kendini derviş sanıvermiş. 
kız böyle dalgınlığa dalsam mı dalmasam mı diye düşünürken, yolu bu dervişin yoluyla bir oluvermiş. derviş gidecekmiş, ama önce şanını yürütmesi için bu kıza birşeyler öğütlemesi gerekirmiş. bir yol göstermiş, ufukta rasgele parmağını sallamış. "gir bu denize, yıkan, doy, öyle çık. işte o zaman anlarsın sana neyin iyi olduğunu." kız sevinmiş. derviş dervişliğini yapmış; o da sevinmiş. sonra bulut içinde kaybolmuş derviş. kız şaşkınlığını üzerinden göndereceği için hafiflemiş, tozlar ve sineklerle birlikte yükselmiş yine yükselebildiği kadar. ufka doğru, denizine doğru yol almış. 
bir kaç saat yürümüş. 
belki de dakika..
belki de saniye..
belki de hiç yürümemiş. ama çok yürüdüğünü sanmış. denizine girivermiş. ve o anda ormanda bir karanlık hakim oluvermiş. ama olması gerektiğinden daha fazla karanlık olmuş heryer. ışık yokmuş. dervişin deniz dediği, dehlizden fazlası değilmiş. karanlıkmış heryer. öyle ki, kız değil görmeyi, parmağını şıklatsa duyamaz olmuş. ışığa değil, sese, dokunmaya da körleşmiş. vücudunun her hücresinin dönüştüğünü hissetmiş. sorduğu soruyu unutmuş. babasını unutmuş. üç akçenin payına düşen payesini unutmuş. aklından herşey uçuvermiş. sanki uçan bi balonun sepetinden ters sallanır gibiymiş. beyninden kan damlamak üzereymiş, ama kız gülümser dururmuş. hissizliği derviş yüzündenmiş. ama bu hissizliğin getirdiği hafiflikle kız kendini dervişe borçlu hissedermiş. dehlizden dibe düştükçe, balonun kıçında yükselir gibi hissedermiş. zehirden sarmaşıklar kollarına dolandıkça, o tüm tüylerini bertaraf ettiğini düşünürmüş. çelişki deniziymiş denizi, ama o dalgınlık denizinde yıkanıp, tüm ikilemlerini orda bıraktığını sanırmış. sonra birgün bir karga görünmüş kızın gözüne. uzun zamandır kızın algıladığı ilk şey bu kargaymış. karganın ağzında bir aslandişi varmış. aslandişinin yaprakları arasında ince uzun yaprak böcekleri.kız bütün olarak kargayı görmüş, ağzındaki çiçeğe dokunmak istemiş, ve yaprak böceklerini adlandırabilmeyi. yapamamış. kızın sağlam dili lal olmuş. gören gözü kör. kulakları sağır. karganın görüntüsü yitivermiş. yavaş yavaş
 bulanıklaşmış. kız hiçbirini tutamamış. neyi görmeye çalıştığını aklına getirememiş. önce yaprak böceklerinden vazgeçmiş, sonra aslandişinden, sonra kargadan. en son bir umutla karganın sesine kulak vermiş. belki arayışları çirkinleştikçe bulması kolaylaşır diye. karganın sesini duyamamış. aradan birkaç saniye geçmiş. ne yaptığını unutuvermiş. ama yine de gülermiş kız. ağzında kocaman, gevrek bir gülümseme varmış. bedeni tutukluluğundan hoşnutmuş. ama neyden hoşnut olduğunu bilemeyecek kadar çaresiz,kendini yitirecek kadar bilgisiz. hatırasına babası gelmiş. peri padişahı olmayan, ama yoksul da olmayan babası. sonra onu da unutuvermiş. artık yeni bir yol ayrımındaymış. ya kent sirkine doğru ilerlemeli, ve soytarılık becerilerini kazanmalıymış, ya da derviş olmayan derviş gibi diyar diyar, tek kelime ederek, gönül gözünü kapatarak, tüm güçsel vasıflarından azad olunarak dolaşmalıymış. kız gözünü kapatmış. gönül gözü kapanmış. akıl gözü kapanmış. önü görülemeyecek bir hayalmiş, berisi hatırlayamayacağı kadar sisliymiş, hakikatse algılayamayacağı kadar gizliymiş.

sonra nooldu? ben düşünüyodum işte böyle yine yolsuz ve de yöntemsiz.sevin hadi, senin hakkında da düşünüyodum. bu senenin neden bu kadar tuhaf olduğunu düşünüyodum. başıma gelenleri düşünüyodum (acımasız, ağrısız, esrarengiz; bi o kadar neşeli, bi o kadar enteresan, bi o kadar ruhani). baktım, bu böyle olmayacak. artık düşünmemeliyim diye düşündüm. olabilitesi olan olmamışların zihnimi doldurmasına bi dur demeliydim. en azından nasıl düşünmeyeceğimi düşünmeliydim.ne senin hikayen, ne benim. belki biraz senin, biraz benim. hiçbirimize ait değil, ama hepimize malolmuş durumda. kendini arama, dur.
 sahiden, bi bulut koltuğum vardı benim beş metre aşağıyı kilometrelerce uzaktan gösterebilen, engelleyemdiğim ve kontrol edemediğim şekilde periyodik olarak çekim kuvvetini üstümde deneyen. gitti mi o?



gece, melek, ve bizim çocuklar





(böylece alıntıyız, çok feci alıntıyız)

bekle..

bu kadar düşünülmüşlüğün arasında sana bi hikaye yazıyorum. bekle..sadece bi kaç saat bekle.


le vent nous portera

22 Mayıs 2009 Cuma


hala düşünüyorum. her ayın yaamuruna karşı gelişen refleksif fobimi düşünüyorum. neden hala beni kıpraştırıyo soğuktan onu düşünüyorum.
bi de düşünüyorum ki galiba küçük tefek şeyleri fazla iri iri görüyorum. sadece sakin olmam gerekiyo.
sakin..




eylül akşamı

19 Mayıs 2009 Salı

2(nd)midterm

Neler düşünüyorum neler. Birazcık yorgunum. Birazcık endişeli. Birazcık  üşengeç. Başımın bulutları duman duman. Birazcık korkuyorum. Bu kez kim tutar? Ne yapar? Büyütecek yaşta değilim. Ama yaşlı da değilim. Arada bi yerdeyim. Birazcık dışarıdayım. Püf desem uçarım. Dokunsam ağlarım. Kendimi görmezden gelişim bu sebepten ; belki  kabalık diye addettiğimden, belki kalabalık.Öfkeli değilim, ama birazcık şaşkınım. Birazcık sabırsız, birazcık sıkkın. Nerede bitecek, ve nasıl? Birazcık meraklı. Sanırım ayrımlaşıyorum. İyi olmayı umuyorum.Avcumdan düşürdüğümden beri hızına yetişemiyorum. Ait olduğu yere dönmeli. Kökü bende kaldı. Tüm tabletlerden bertaraf olunarak yine yollara düşmek gerek.
bi de yarın bi ara bi sınavım vardı benim sanki.
hayata ne garipsin demek istemek


yol arkadaşım

17 Mayıs 2009 Pazar

1m&m1








alt tarafımdaki güzellikleri bi an önce ışığa kavuşturmam gerek. varolup olmadığından dahi kuşku duyduğum bi insan bana 'proactive' olmamı söyledi ( bu sefer dış dünyadan. kurgusallardan değil, valla bak!). ben de didiklemeye başladım. altımdaki okşayasım gelen, ağrısız tarafları zaten üstten taşıdığımı farkettim.sonra nooldu? biz büyüdük. ama bu sonranın bi de öncesi var tabi.

emine takribi 80 cm boyundaki, ama tamamen iki tekerlekli mavi bisikletini sürmeye çalışıyodu. ne olduğunu anlamadan aradan 16-17 sene geçti. geçmişi daha eski, ama en eski görüntüsü bu. aralarda farklı farklı şeyler oldu. misal farklı farklı yaşlarda (7-20) farklı farklı yerlerde (bahçe-tunus)
farklı farklı ağaçlara tırmandık (badem-dut; ama özellikle dut, hep dut, ölümüne dut). aralarda bi yerde (11-12) kelebek sallamayı öğrendik. en büyülü eğlencemizdi. emine ters tarafından tutup sallayınca elini kesti. ısrarla yıkamadı. dolaştı öyle kanlı kanlı. sonra yine anlamadık, deli gibi büyüdük bi daha. her seferinde yeteri kadar büyüdüğümüzü idda ediyoduk. sonra birisi bize nah! çekiyodu. biz hastırsın diyoduk. format değiştirelim dedik biz de. böylece deliler gibi vafıl yediğimiz günlere doğru bi transformasyon haleti ruhiyesine bürünüverdik. dolapta hamurumuz hazır bekliyodu. ben mayıs ayı konserlerinde ısrarla paltomu giyiyodum.bu yüzden öncesinde dükkan dükkan gezip bana tişört almamız gerekiyodu. emine 'şovalye'sini salonun ortasına kurmuş onbeş dakkada bir yağlıboya tablo boyuyodu. ben papyon peypırlarıma büründüm sabahtan akşama, akşamdan sabaha papyondan peypırlar yazıyodum. üç kişilik bi yatakta iki kişi uyuyoduk. bi de sabahtan akşama kadar ezginin günlüğü dinliyoduk. altlı üstlü evleri birleştirivermiştik böylece. eve uğramaya karar verdiğim bi gün tunalıya gitmeye karar verdik. aslında karar vermemiştik. ama şansımızı zorlayıp eskişehir yoluna çıkınca geri dönüşe en yakın yer orası gibi gelmişti. ne demek istediğimi ben de anlamadım blogcuğum, üzülme o yüzden. sonra sapından kökünden beyaz stüdyomuzda buluverdik kendimizi. ama bu kez içeride değil, dışarıdaydık. emine öküz gibi gülerken resmimi çekti. rüzgarlı havada rüzgara rağmen kibrit de kibrit diye tutturduğumu da gördüm. piiis çakmağımın taşı düşmüştü ve henüz çiidem bana yenisini almamıştı.ama asla ve asla hatırlamak istemediğimiz, ve hatta bizce fotoğraflarımızın da hatırlamak istemediği; ama ısrarla fotoğraflarımıza konuk olan bir de misafirimiz vardı. bu davetsiz misafir kişisi çok uykusuzdu. galerinin tiyatrosunda çalışıyodu. ama deli gibi uykusuzdu. kardeşinin okuduğu okulu
bilmiyodu. tabiiki biz merak etmiyoduk. ama bu bilgi eksikliği ne kadar uykusuz olduğunun belirteciydi, ve kesinlikle belirtmesi gerekiyodu. belirtti. bana belirtti. dört kişi bi cenah oluşturarak o sap gibi bankta bilimum soytarılıklar yapıyoduk. en dertli bendim. kibritim vardı, ve deli gibi bi lodos vardı. ve rüzgara karşı oturuyoduk, ve oturmamız gerekiyodu. ve
tanışmam gereken iki kişi vardı, ve
saçlarımı kontrol edemiyodum. ama dillendiremememden mütevellit davetsiz misafir kişisi tuvaleti olarak beni seçmişti. tüm resimlerimizde o da vardı ve onu asla unut(A)mayacaktık. sonra tunalıya çıktık. salak salak dolanırken birden emine yıllık görüntüsünü yakaladı. tutması gerekiyodu. biz altından girdikçe o üste çıkıyodu.üstün önünü kestikçe, arkadan görünüveriyodu. [ bunu da anlamadım, sıkma canını, bu maymun iştah bende zuhur ettikçe seni de kapatırım elbet,sen de huzura kavuşursun blogcuk.] emine metin olmak istiyodu, çok metin olmak istiyodu, deli gibi metin olmak istiyodu. ne topuk dinliyodu, ne taban, ne oh, ne ah.ben de eminenin deli gibi metin olmasını istiyodum. ama gel gör ki metin emine olmak istemiyodu. üç katlı dükkanları alt üst ettiysek de, emineyi metin edemedik.bi sene sonrasını beklemeye karar verdik. o yüzden bu aralar deli gibi dolaşmamız gerekiyo.

sonra ne oldu?stadda oturuyoduk. ve ben bi sene içinde saçlarımın ne kadar uzadığını m&m'in çektiği resimler üstünden kestiriyodum. sadece bu kez öküz gibi gülmüyodum. ve biz hala yeter dedikçe büyüyoduk..






i have seen it all

14 Mayıs 2009 Perşembe

uça(ra)k uç(s)ak!..



peki ya kuşlarımın sayısı da artarsa?dönüşüm geçiren her parçamın kuş olmasından korkuyorum sanırsam. buraya bu tür şeyler yazmayacağıma söz vermiştim. ama duramıyorum. beden sınırlarımın içine kendi kendine gelip kurulan bu 'şey', ne adını söylüyo, ne benimle konuşuyo. ben fazlalık olduğuna ikna etmeye çalışıyorum. konuşturamadığım için bilemiyorum derdi ne. evet, eğer kuş korkusuysa gerçekten öfkeleneceğim. belki de bu kez zamanımın o kadar da kötü olmadığını ispatlamaya gelmiştir, bunu da bilemiyorum. çünkü benimle konuşmuyor.

geçenlerde bi rüya gördüm. bissürü plakım ve bi pikapım vardı. nostaljiden uzak, gayet bugüne eklemlenmiş bi ruya olmaya çalıştığı besbelli ki plaklar bu güne aitti. pasaj pasaj dolaşıp plak arıyodum ben de. deli gibi seviniyodum pikapımda plaklarımı dinledikçe. anadilimde görmem gereken ruyam eğer plakları follow, dark falan diye ayrımlaştırmak istediyse bu benim suçum değil. ruyalarıma organizasyonları hakkında müdahale edebilecek kadar güçlü değilim. ben diliyorum, onlar yaşamsal olmayan yollardan görünüyolar işte. hepsi bu. çarpıklıklarını da bilemiyorum.

bunun dışında tutamayacağım sözleri tutar gibi yapmayı kendime amaç edinmiş gibi duruyorum. her noktadan dışsal dünyayla çevrelenerek değişiyoruz. ama ben dans etmekten bunu fark edemiyorum. ama yine de uğraşması çok eğlenceli. eğer öyle birisi varsa bugün dokunulmaz eylemeye karar verdiği kesimlerim vardı. dokunmadım ben de. gün içinde üç kez değiştirdiğim saçlarımı yanıma aldım ve dolaştık. ve bu kez amaçsız değildi. her seferinde mızıka ve çiçek dürbününü soran bi aydınlığım var benim çünkü. en azından bu kadarını yapabilirdim. ben de o zaman amacım aramak olsun dedim. çok iyi bildiğim bişey girdiğim ilk dükkanda bulsaydım, ve girebileceğim son dükkanda bulamasaydım uyduruk amacım boyut değiştirecekti. mızıka kolay. evi biraz deşsem benden kalmayı bile bulabilirdim belki. ama çiçek dürbünü ben yürüdükçe hantallaştı, kamçı oldu sırtıma yerleşti. yönlendirmeler, yönlendirmeler, ve yönlendirmeler (metro altı->zafer çarşısı->tüp geçitler->moda çarşısı->izmir caddesi->menekşe sokak->sümer sokak->necati bey->necati bey->necati bey->izmir caddesi->kitapça:)). en yaklaştığımı hissettiğim an sanırım mert kırtasiye(msi)yi bulmaya çalıştığım andı. ne istediğim soruldu.. çiçek dürbünü cevabını verip biraz da tarif edince beni izmir caddesindeki bi dükkana yönlendirdi. ve mert kırtasiyenin sahibi yönlendirdiği dükkanda çiçekli, üstelik çevrilince görüntü değiştiren bi dürbün görmüştü. yönlendirildiğim dükkan hipo düzeyde üretilmiş teleskoplar satıyodu. öyle ki gözüme çarpan en önemsiz ürün teleskop-dürbün karışımı hibrid bişeydi. gayet kendimden emin bi şekilde yine de çiçek dürbünü sordum.ne dediğini hatırlamıyorum,ama ben peki dedim. ne istiyodum bilemiyorum. aramak mı istiyodum, bulmak mı, dolaşmak mı, yürümek mi, kelebek uçurmak mı..bilemiyorum.evet, kesinlikle bi çiçek dürbünü arıyodum.yerimde durmaya çalıştım ama uçuruldum bi kere.ne tarafa olduğunu da bilemiyorum. eve girinceye dek gevrek gevrek yaşadım öyle bi müddet. gayet gerçek bi şekilde kendi kendimi yaprak misali yerlere de atıyorum tabi. ama bu tamamen başka bi hikaye.

tüm bunları hala bilememekle beraber, daha çok dışımdaki ideal tarafın girdiği dönüşüm makinesinden kuş olarak çıkmasına dair çekinik genlerim var.bunu da bilemiyorum. kuş olmayı tercih etmemesini diliyorum.

karanlıkta takip edildiğimi bilmiyodum.işlevi akşam yorgunluğumu almaktan ibaret bi şarkının böyle de zevkli bi ruyanın ortasına parça parça düşeceğini de bilmiyodum.plaklar düğün davetiyesi gibi paketlenmişti. o kadar değişmezliğe neden ambalajlarının dayanamadığını da bilemiyorum. o kadar çok pasaj gezdim ki dört duvarı plaklarla dolu odama daha fazla ve daha fazla plak ekleyebilmek için. son aldığım plağın ambalajını bi türlü açamadım. çok fazla ve gereksiz kurdela kullanılmıştı.sekiz dakikalık rem uykum içinde saatlerce kurdelasını açmaya uğraştım.ne kolumda derman kaldı ne boynumda. bi uyandım, herşey ruyaymış.onca yorgunluğu boşa sahiplendiğim yetmiyomuş gibi bi tanecik plakım da yoktu. ben de sidilerime baktım uzun uzun. en kıymetlilerim gözüme hiç bu kadar sevimsiz görünmemişti. tüm bu yaşanılanlardan tek hissettiğim buydu.evet,plaklarımı ruyamda bıraktığım için çaresiz, anlamsız, ama koccccaman bi öfke hissettim. küçük, çok küçük, küçücük bi anlığına.




this place is a prison










4 Mayıs 2009 Pazartesi

"odtü yürü!!"

öncelikle çok ama çok eşşeksin.beni ağlatacak kadar eşşeksin.
kordon bağımdan bana tutunarak bedenimi terkettiğim zaman dönmemi emreden bi komuttan ibaret görünse de değil. çok daha fazlası. tam da sabahın köründe bizi gülümseten 'anlamsız gurur'un anlamını sorgularken. tam da yansıma sözcüklerinin nasıl da yanılsamadan ibaret olduğunu kendi kendime ispatlamaya çalışırken. tam da ayırt edemeyecek kadar yorgun düşmüşlüğümden (gayet ve tamamen fiziksel:)) mütevellit tüm grupla bütünleşmişken..
başka bi bütünselliği özgür bırakmak için yürümem gerekiyodu. ruhu serbest bırakmıştım. hem dolaşıyor, hem de tüm ödevlerini yerine getiriyordu. tam olarak da bu yüzden sadece bi kaç saniyeliğine de olsa hiç bişey düşünmedim. üç-beş-yedi saniyelik tatile girdim. hiç bişeyin anlamını sorgulamadım. beden dinlenmeliydi. zihnimi boş, bomboş bıraktım. onu daha fazla yormamalıydım.
hıhı,tabi.
ülkü tuhaf şekillerle gözüme görünecek kadar somutlaştı. ülküme dokunabiliyordum. ülkü ayak seslerim oldu, slogan oldu, alkış oldu, fotoğraf makinem oldu,şapşal şapşal gülümseme oldu, polis korkusu oldu.ne dese yapıyorduk. ülkü bendeydi.sonra ülkümüz koşmamızı buyurdu.biz de koştuk.ve ben ilk kez yürüdüğüm yolda ,hayatımın ilk ağırlıklı (ağırlık:çanta) uzun mesafe koşusunu yapıyordum. sonra yasemin geldi yanımıza. yaseminin ülküsü başka bişey buyurmuştu.bize özgürlük getirecek ya, şımartıyorduk.ne dese yapıyorduk.bi gün yaseminle baryam bekliyoduk.yani beklemiyoduk ama baryam gelse ne güzel olurdu diye düşünüyoduk. ben kolonyolar parfümler sürünce nasıl da arılar tarafından çiçek sanılacağımı öğrenmiştim.yaseminden öğrendiğim ilk şeydi. ikimiz de arap bacı gibiydik.birbirimize bakıp hem birbirimizi, hem kendimizi görebiliyorduk. deli gibi ağaç dikiyorduk. bi tane de kendimize diktik sanırım.sanırım büyüyo öyle güzel güzel.sonra dadayla dinlendim.
kendime dair farkettiğim, güne dair en küçük şeydi az sonra yazacağım cümle.çanta değiştirirken çerleriyle ve çöpleriyle değiştirebiliyorum.bunu yapabiliyorum.mesela kibrit çöpleri varsa bi öncekinde, bi sonrakine o kibrit çöpünü aktarabiliyorum.ben de şaşırıyorum,ama yapabiliyorum bunu.her neyse,elimi atınca elime gelen çöpgibideğilgibi, bizi götürmesi gereken yere götürdü.aslında gittiğimiz yer çöpgibideğilgibi yi saklandığı delikten çıkardı.neden o kadar rahatsız sandalyenin gözüme istikbal beş yıldızlı yataklar gibi göründüğünü anlamak için ertesi güne kadar sabredip hamlayan kolumu bacağımı kıpırdatamamam yeterliydi.ve her zaman muzlusüt içtiğim mekanda artık köfteler, elma dilim patatesler vardı. öküz ödü kokusu köfteye karıştı. ne köfteyi duydum, ne öküzödünü,ne elmadilimpatatesi.
kopuk anlamsızlığını anlaşılabilir kılmak ve fotoğrafların bi sonraki yazıya kalsa olur bence.anlaştık mı?bence anlaştık.afferim,şirinleri görücen:))
ha, hala çok pis mütiş, şahane bi eşşeksin,orası ayrı-apayrı bi nokta tabi.bu ben değilim; ve evet,çok yorgunum..



people as places as people