10 Kasım 2010 Çarşamba

biliyor musun bilog, ben bir kere bir adam gördüm. adam beni tanımıyordu. ben adamı tanımıyordum. bir gün aşık olursam onun gibi bir adama aşık olmaya karar verdim. sonra o adamı bir daha görmedim.

sonra bir gün bir adam kokladım. adam beni tanımıyordu. ben adamı tanımıyordum. eğer bir adamı koklamak zorunda kalırsam, öyle kokmasını istedim; ten gibi. bir daha o kokuyu hiç duymadım.

sonra birinin kendini öldürdüğünü duydum. ölen adamı tanımıyordum. ölen adam beni tanımıyordu. bir gün ölürsem öyle ölmeye karar verdim; mavilikler içinde.

ben hiç farkında değildim, bilmiyordum. ama üçü de aynı adamdı. zaten hep kötü bir bulmaca çözücüsü oldum.
uyuyalım



gulag orkestar

18 Ekim 2010 Pazartesi

across


önce şehir beni öper, sonra ben şehri.
sırf bu kadar güzel yağmuru olduğu için bile kendimi emanet edebilirim. iyileşiyorum ya, daha ne isteyim.
bi yol çıktı. yolun sonuna ne kadar var bilmiyorum. merak etmiyorum. hergün farklı yoldan evime geliyorum. hergünüm farklılaşıyor. mutlu muydum eskiden, bilmiyorum. en güzelini düşünmeye kalktığımda ya en yenisi geliyor aklıma, ya çok eskisi. izi olanları biliyorum. bi kısmında olanlar şimdi yoklar, onları görmek için uyumam gerekiyor. bi kısmı esrarengiz. nerde el sallasa, karşılık olarak el sallıyorum. bi kısmı uzak.
böyle zamanlarda ejderhamın varlığına tekrar şükran methiyeleri okuyasım geliyor.sanki sihirli yetenekleri var. sanki beni görüyor. sanki onu görüyorum. biliyorum, büyük sürpriz yapmaya üşenecek. ama bünyemde ilaç etkisi yaratıyor. bu yüzden sıksık unutuyorum; o bir ejderha. bense yenilmesi gerekenim. ama yine de beni balonla evime götürse, hayır demem hemen giderim.



across the universe

15 Temmuz 2010 Perşembe

ehemehehehe












bilmeye hakkın var bilog :))







standing next to me

1 Temmuz 2010 Perşembe


ölü evinin önüne ayakkabı konurmuş. gördüğüm en saçma şey; müdahale etmeye gerek dahi duymayacak kadar saçma hem de. giderek özgürleşiyorum, giderek değersizleşiyorsunuz siz, sevgili herşey.
zaman zaman şaşırıyorum, kendi hayatımı gözlemci serinkanlılığıyla gözetliyorum. zaman zaman ağaç gibi oluyorum adını henüz bulamadığım, zaman zaman onu da olamıyorum. sanki dondum ben, sanki yaşaması gereken başka biri. öğrenmem gereken bir şey var; 'ölüm'ü normalize etme pahasına öğrenmem gereken şeyi bekliyorum. yine de herşeyi değersizleştirmekten kendimi alamıyorum. bir de nerede ve nasıl biteceğini düşünmekten. günde üç kez hatırlasam boşluklarımı, günde üç kez ağlayacağım demektir bu! ama kaygılanmıyorum. ağlamak güzel şey, kalbi temizleyen bir şey.

fazla bir şey söylememe gerek yok. dayımı çok özleyeceğim, biliyorum. aklıma geldikçe gözlerim dolacak. tatlı tatlı ağlayacağım. sonra gülümseyeceğim dut ve kestane ağaçlarını düşünerek. ve nasıl olduğunu anlamadan yaşamaya devam edeceğim. çünkü bu böyledir. insanlar gider.
önce gelirler
sonra giderler..




açelya

13 Mayıs 2010 Perşembe

biliyor musun bilog,
akşamüstleri beş saat sürse hiç oha nooluyoruz?! demem bence,yaşarım güzelgüzel pek serzenişsiz,pek telaşsız,pek endişesiz,pek sakin; ve hatta kendi tezimi başaşağı edip,aynı anda huzurlu ve mutlu olabilmeyi başararak.










love is the answer

3 Mayıs 2010 Pazartesi

DJO




kimsenin gönlünü hoş tutmak zorunda olmadığımı biliyorum. bu bilgi dahilinde zaman zaman on dünya umursamaz olabiliyorum hatta. ama küstahlık insanlıktan daha soyut bir yerde. sanırım dünyanın mizacında olan birşey. bu yüzden bu kadar içkin tüm bünyelerde. tepe bir tane. ama herkes aynı anda o tepede. buluttan, zaten içinde bulundukları karmaşayı izlemenin ne kadar eğlenceli olduğunu söylemiştim. bu yüzden kendimi tekrarlamıyorum. sanırım gecenin bir yarısı uyumamak için diskodisko şeyler dinlediğimden kelli anormal düzeylerde bi 'deconstruction' yaşıyorum, hepsi bu. öte yandan tam olarak şu anda yazmak zorunda olduğum bir proposal var ki, burada bahsi geçsin de bencil internet kollarım kirlensin istemiyorum.

ama kafam bi milyon bu günlerde. anlatıcam, korkma. ama şimdi değil. zira bu keyifsizlikle ve yapılacak on dünya işin yarattığı baskıcı rejim ile omlet nasıl yapılır diye anlat desen anlatamam. o haldeyim bilog. neler oluyor anlamıyorum. ama mevsimsel şeyler heralde. evet alerjim tavanlara sıçrıyor, içtiğim ilaçlar beni sersemletiyor, 24 saat başım döner halde geziyorum. uyurken bile başım dönüyor. ruyalarımın aldığı formu anlatmama gerek yok. hatta şu anda hiç birşey anlatamayacağım. ama sanırım esrarı özlüyorum. esrarına asla vakıf olamayacağımı bile bile kovalamayı özlüyorum. sanki başkası gibi değil. hatta insan bile değil. hatta hiç bir ekolojik sisteme dahil değil. peki tamam.bu dünyadan bile değil. ama ezgisel birşey heralde. ezgi bana hayat gibi. tesadüflere inanmayı bu yüzden bu kadar istiyorum zaman zaman. hatta resmen buna ihtiyacım varmış gibi geliyor. ama elimde değil, oturtamıyorum. havada asılı bırakmaya zaten kıyamıyorum. yine de anlatacak öyküler bıraktığı için minnettarım. bir de neden ne zaman gönlüm bunalsa tesadüflere inanma ihtiyacı hissediyorum, bilemiyorum. ama inanıyor olsaydım bile kıyamazdım birden bire, nefes alır gibi, dün tanıştığım birine naber der gibi normalize etmeye sanırım.. diyorum ya, tesadüfe inanmazsan eğer, yaratıcılığının önündeki perde kalkar. ayna gibi olursun. fuşya lacivert toz bulutlarının üstüme tutunmasına izin veriyorum. çırpmaya tabiki de kıyamıyorum. ama eğer kutsal diye atfettiğim ne var ne yok, eli bir kez bana değmişse eğer, o el, bu lacivert fuşya toz zerreciklerini seçmiştir bana dokunmak için. bundan eminim.
uf ne çok zaman oldu.


öte yandan maviyi özlemedimse eğer iki saat içinde bitirmem gereken bir proposal var. tanık olup,içselleştirmem gereken ne kadar çok şey var. bir kere dünya üstünde yaşadığım şu zaman içinde nefret ettiğim ilk şeyin nefret olduğunu farkettim. yine de nefretin kendisine karşı olsa bile,nefreti hissetmek ağırmış.nefret keskin birşeymiş.
diyorum ya, pek bir dolu kafamın içi bu aralar. kimse dokunsun istemiyorum. bilmeyen dokununca deliriyorum, ama bunu bastırıyorum. bilmişlik taslanınca bu kez dalga geçmeye başlıyorum. bu da bana kendimi kötü hissettiriyor. sonra dolaylı olarak da olsa kendimi kötü hissettirdiği için kızıyorum hissettirene. bu da değersizleştiriyor. sonra yine kızıyorum. sonra farkediyorum ki çok da umrumda olmayan sanal bi döngü yaratmışım, canım kızmak istemiş sadece falan filan.
demem o ki bilog, kendini kullanılmış gibi hissetme, proposalımı yazıcam şimdi. yemin. ama sence de insanlar bazen böbürlenirken komikleşiyorlar demi? kabul et..








time to pretend (söylemiştim :)

14 Nisan 2010 Çarşamba

3-2


giray?
şükürler olsun.ben seni öldü sanıyordum.

evet abi bozuldum zaten. nerden çıkarıyorsunuz böyle şeyleri?

öyle dediler.giray çok sevindim.deli sevindim.kanatsız meleğim.kanatlarını görmek isteyeceksin diye çok korktum.

biliyorum sevindiğini. ben de o yüzden erenle yukarı çıktım.

giray sanırım bu menekşe yeniden çiçek açıyor.peki ben ne zaman göreceğim seni?o kadar özledim ki..
giray?alo?giray?


kuş olmanı hiç istememiştim.isteyeceksin diye endişeliydim. sen kuş olmayı seçtin.
oyuk,kırık,renksiz,boşluk..
hepsinin adı sen oldun menekşelerin,güvenin,sevginin,huzurun,umudun,hayatın adıyken.
biliyorum geçecek.hayatın devam etme hususundaki inatçı gayretine hep hayret ettim zaten.
ama hep seni bugün özlediğim gibi özleyeceğim.
çok kötü düştüm giray.


'benimle sigara mı içmek istiyorsun?'

6 Nisan 2010 Salı

dayanamaz yersin



"ben öleceğim ve facebook profilim baki kalacak ardımda. daha ne olsun!" dedi.
zınk diye titredim resmen. uzun süredir kimsenin kafasına düşürme gereği duymadığım florasan lamba tam kafasının üstünde tuz buz oldu. ben de ölecektim, ve facebook profilimdi benden sonraya baki kalacaklardan olan. bunun bana yeterli olabileceğini iddia ediyordu. aman allahım! arendt bizimle birlikteydi ve duyduğunda bu düzlükte sınır tanınmayan kritiği, sanırım aşkından dağlara kaçırdığı heidegger'i unutacak kadar o da zınkladı. bağlandığı herşeyi hiç sorgulamadan içselleştirmişti belli ki. görme yetisini hatırlamasını salık vermeye dair en ufak bir hevesim kalmamıştı. pencereden matematik binasına çevirdim ben de başımı. güzel de bir müzik açtım. başımı çevirmek yetmeyecekti, ben de pencereden dışarı kaçtım. ne tuhaf! gerçekten doğruyu söylediği için mi kızmıştım bu kadar, yoksa gerçekten saçmalıyor muydu, bilemiyorum. ama sanırım, zincir kırmanın verdiği hazzın su götürmez gerçekliğini hedef alan bu baltaydı tüm hevesimi kaçırıp açık pencerenin baştan çıkarıcılığına beni kaptıran. hatta bundan emindim. sonra zaman geçti. yarım saat gibi gelen birkaç gün de geçti. mesut hoca konuşurken imber'in çıkarımları hakkında, elime konan tefecik ve son zamanlarda gördüğüm en sevimli böcekle oynarken düşündüğüm şey buydu. baştan içime kasti olarak nefret tohumları eken canlı cansız her türlü varlığı sonraları bir şekilde sevimlileştirdiğim gerçekliğine istinaden ufak bir telaş duydum bünyemde, küçük kahverengi böcekle oynarken. öte yandan bizi gavurlar yönetmişti ve patriarkik bi sosyetenin antenli canlılarıydık koca bir halk olarak. ilk zamanlarda türkiktik, ortalarda gavurlaşıp, sonraları da kürtleşmiştik. anadolu ve rumeli ikiye bölünmüştü ve her ikisi de yoluna devam etmeye karar vermişti. bence herkes yeşildi. kiminin açık, kiminin koyu yeşil olması buyrulsa da büyük abiler tarafından, herkes yeşildi. ve ben hüdavendigar ismine duyduğum kımıldak sempatiden artık sorumlu olmamaya karar vermek üzereydim. hatta adımın hüdavendigar olması gerektiği zamanlarda, adım hüdavendigar olabilirdi; bence sakıncası yoktu. ama sakıncalı şeyler de yok değildi. sitti hatun- fatih evliliğinden faşizm doğurtabilirdik. çünkü bir kısmımız açık yeşildi, bir kısmımız koyu yeşil. bunu aşabilecek tek şey vardı adına aşk denilen. sahip çıkan 6 erkek çocuk doğurabiliyordu hürrem misali. benim için çok mümkün değil bu. zira küçücük bedenimden 6 erkek çocuk çıkarmaya kalkarsam, 3 katlı apartmanlara benzeyecek olan bedenimin kemik erimesinden kolayca topraklaşacağı kaçınılmaz.
peki nasıl birşeydi sahipleneceğim, teslimiyeti kabul edeceğim, son nefese kadar biat edeceğim, görünmezlik pelerini geçirdiğim tüm zincirlerimi görünür eyleme pahasına bir olmayı kabul edeceğim? kılıç kuvvetiyle hukuki meşruiyeti kazanma pahasına kabul edebilir miydim? o zaman ne farkım kalacaktı değiştirmeye çalışanlardan? değişim değildi sanırım beklediğim zaten. dönüşümdü. kutsallık adına dönüşebilmek ve dönüştürebilmek, kutsalın bizzat kendisi olabilmekti. kılıç kuşanma askeri erdemin göstergesi olan bir seramoniydi. önce eyüp türbesi ziyaret edilmişti, sonra kılıç kuşanılmıştı. kılıç din yolundaydı her yolda. din yoluna deyp, dindaşlarına da sallanması elzem görülünce, yine kitabına uydurma sanatı el sallar olmuştu. bu kez aşk da yoktu üstelik. o zaman ben de yoktum. aşk bedenden soyuttu. oysa 'meşru iftira' toprak parçasının ta kendisiydi. seceremi çıkarıp, değil hz.nuh'a, daphne hazretlerine kadar dayandırmak istedim. kök salmaktan, bağlanmaktan bu kadar kendini sakınan ben, bi an özümü başka bir türdaşımda, ya da genel olarak varlıkta görüp, tereddütsüz kök salmaya razı olduğumu düşledim. ve hatta acı da olsa, avuçlarımda taşıdığım köklerimi kendi irademle toprağa teslim etmeyi..
16. yy'ın ortalarına dair statik bir analiz verilmeye devam ediyordu. iber'e şükran duymalıydık. hatta bu şükran duygumuzun yarattığı denizde boğulabilirdik. patrimonialism o zaman da keyfi değildi, kurallara bağlıydı. kural derken?? patrimonialism şimdi simulasyondan ibaretti. ve ben ısrarla birey bile olamadığımız dünyada aşkı kalıcı kılmanın mümkün oldugunu iddia ediyordum. yanlışlanmam için ne çok şey vardı. modern demokrasi bile tektipleştirmeye dayanıyordu. bu durumda, bu iddiamla, elinden çıkarmadığı kara sargı bezine rağmen odasının kapısını sürgülemeyi bilerek unutan amaranta'dan pek farkım kalmıyordu, böyle yansıyordu. ikisinin neden farklı olduğunu kimseye söylemeyecektim; görebilen zaten beklenendi.
ben neden bahsediyorum?akıncılar dahi bağımlıydı. göçebelikten geçemediklernden akıncılaşanlar dahi 5 köle getirmedikleri zaman 25 akçe cezaya çarptırılıyordu. amaç belleyip, kolumu dahi kıpırdatma zahmetine girmemişken, ben, katmerli-katmanlı cezamı düşünürken dahi ürperiyordum. zımmi bile devşirilebiliyordu. bense duvarıma sahip çıkarak engellere dahi engel oluyordum. biliyorum, tüm metaforlardan bağımsız olmak gerek kendi metaforunu oluşturabilmek için. bağlılıktan neşet eden bireysellik, bu kaygıyı unutma suretiyle tamamen yok etmişti. daha da bencilleşip üstümdeki örtüyü kaldırabilir, neredeyse bütünsel eylendiğim duvarımı kendi elimle yıkabilirdim. kaygı değil bence bu. özsel bir metafor oluştururken of bile çekmemiş olmanın bünyeme kattıklarını umursamıyor oluşumu seviyorum. ne var ki özsel metaforumu zaten önemsemiyorum. sadece nefes alarak bile değişmeye mahkum çünkü..
yukarıdan, iktidarın yanından bakıp, adalete, demokrasiye, insan haklarında, meşruiyete, kutsiyete dair söz söyleyen tebanın 'biz kimiz?' diye sorması kadar saçmalaşabilme potansiyelini taşıyor çünkü..toplumsal düzenimi toplumdan muaf tutuyorum, ne yaptığımı bilmeden; ve hatta idealize edilmiş formlardan da bihabermişci taklidi yaparak. zaten otorite de otorite olmayanla enkorpe ederek otoritesini kurabiliyordu. klasik döneme kucak açmasına rağmen zorunlu bir postmodern olarak ben, kendimi bu cümleye oturtma gayretini (ya da gafletini) görmezden geliyorum. zaten ben de dahil, bütün hanımlarımın çoklukla derdi olmadığına eminim. zira bizlik fikri dolduruldu, donduruldu, bölündü ve parçalandı. muhtemel referanslarıyla muhtemel resimlerinde nasıl bir özdeşleşme çıkıyor, bir fikrimiz yok. nasılsa aynı otorite kisray olması gereken yerde kisray gibi, sezar olması gerektiği yerde sezar gibi, kayzer olması gereken yerde kayzer gibi, kanuni olması gereken yerde kanuni gibi davranabilme "illusionic" yet(k)isine sahip.

sonra nooldu peki? işte ben zaten zar zor, tepine tepine kavuştuğum uykumdan uyandım. bir sürü ses vardı, ama aklımda tek bir ses kalmıştı. gördüğüm en esrarengiz ruyanın aynını görmüş olmanın şaşkınlığını hissedebiliyordum. ancak bu kez yalnız değilim. artık bir de sesi vardı ruyamın.
tembellik hakkımı kullanıyorum, evet!




monochrome