13 Mayıs 2010 Perşembe

biliyor musun bilog,
akşamüstleri beş saat sürse hiç oha nooluyoruz?! demem bence,yaşarım güzelgüzel pek serzenişsiz,pek telaşsız,pek endişesiz,pek sakin; ve hatta kendi tezimi başaşağı edip,aynı anda huzurlu ve mutlu olabilmeyi başararak.










love is the answer

3 Mayıs 2010 Pazartesi

DJO




kimsenin gönlünü hoş tutmak zorunda olmadığımı biliyorum. bu bilgi dahilinde zaman zaman on dünya umursamaz olabiliyorum hatta. ama küstahlık insanlıktan daha soyut bir yerde. sanırım dünyanın mizacında olan birşey. bu yüzden bu kadar içkin tüm bünyelerde. tepe bir tane. ama herkes aynı anda o tepede. buluttan, zaten içinde bulundukları karmaşayı izlemenin ne kadar eğlenceli olduğunu söylemiştim. bu yüzden kendimi tekrarlamıyorum. sanırım gecenin bir yarısı uyumamak için diskodisko şeyler dinlediğimden kelli anormal düzeylerde bi 'deconstruction' yaşıyorum, hepsi bu. öte yandan tam olarak şu anda yazmak zorunda olduğum bir proposal var ki, burada bahsi geçsin de bencil internet kollarım kirlensin istemiyorum.

ama kafam bi milyon bu günlerde. anlatıcam, korkma. ama şimdi değil. zira bu keyifsizlikle ve yapılacak on dünya işin yarattığı baskıcı rejim ile omlet nasıl yapılır diye anlat desen anlatamam. o haldeyim bilog. neler oluyor anlamıyorum. ama mevsimsel şeyler heralde. evet alerjim tavanlara sıçrıyor, içtiğim ilaçlar beni sersemletiyor, 24 saat başım döner halde geziyorum. uyurken bile başım dönüyor. ruyalarımın aldığı formu anlatmama gerek yok. hatta şu anda hiç birşey anlatamayacağım. ama sanırım esrarı özlüyorum. esrarına asla vakıf olamayacağımı bile bile kovalamayı özlüyorum. sanki başkası gibi değil. hatta insan bile değil. hatta hiç bir ekolojik sisteme dahil değil. peki tamam.bu dünyadan bile değil. ama ezgisel birşey heralde. ezgi bana hayat gibi. tesadüflere inanmayı bu yüzden bu kadar istiyorum zaman zaman. hatta resmen buna ihtiyacım varmış gibi geliyor. ama elimde değil, oturtamıyorum. havada asılı bırakmaya zaten kıyamıyorum. yine de anlatacak öyküler bıraktığı için minnettarım. bir de neden ne zaman gönlüm bunalsa tesadüflere inanma ihtiyacı hissediyorum, bilemiyorum. ama inanıyor olsaydım bile kıyamazdım birden bire, nefes alır gibi, dün tanıştığım birine naber der gibi normalize etmeye sanırım.. diyorum ya, tesadüfe inanmazsan eğer, yaratıcılığının önündeki perde kalkar. ayna gibi olursun. fuşya lacivert toz bulutlarının üstüme tutunmasına izin veriyorum. çırpmaya tabiki de kıyamıyorum. ama eğer kutsal diye atfettiğim ne var ne yok, eli bir kez bana değmişse eğer, o el, bu lacivert fuşya toz zerreciklerini seçmiştir bana dokunmak için. bundan eminim.
uf ne çok zaman oldu.


öte yandan maviyi özlemedimse eğer iki saat içinde bitirmem gereken bir proposal var. tanık olup,içselleştirmem gereken ne kadar çok şey var. bir kere dünya üstünde yaşadığım şu zaman içinde nefret ettiğim ilk şeyin nefret olduğunu farkettim. yine de nefretin kendisine karşı olsa bile,nefreti hissetmek ağırmış.nefret keskin birşeymiş.
diyorum ya, pek bir dolu kafamın içi bu aralar. kimse dokunsun istemiyorum. bilmeyen dokununca deliriyorum, ama bunu bastırıyorum. bilmişlik taslanınca bu kez dalga geçmeye başlıyorum. bu da bana kendimi kötü hissettiriyor. sonra dolaylı olarak da olsa kendimi kötü hissettirdiği için kızıyorum hissettirene. bu da değersizleştiriyor. sonra yine kızıyorum. sonra farkediyorum ki çok da umrumda olmayan sanal bi döngü yaratmışım, canım kızmak istemiş sadece falan filan.
demem o ki bilog, kendini kullanılmış gibi hissetme, proposalımı yazıcam şimdi. yemin. ama sence de insanlar bazen böbürlenirken komikleşiyorlar demi? kabul et..








time to pretend (söylemiştim :)