30 Eylül 2009 Çarşamba

modası geçenler reyonu


yapılacak o kadar işin bu kadar hiç de öyle değil! kıvamında gözüme görünmesine ben de anlam veremiyorum. haklısın bu yüzden. kulaklıklarımı takınca tüm sıkıcı sesler dışarıda kalıyor. nefret ediyorum bu kaçıştan ama duymadığım zaman dışa dair herhangi bir sese yönelmiyorum. dolayısıyla duymadıklarımı eylenmemiş eyliyorum. hayır hayır.. tanrıcılık oynamıyorum. sadece yaşam oyunuma dahil ettiklerimi ben, kendim seçiyorum. evet, doğru tahmin. okul açıldı.
"sir, i am a senior student. and, yeah.. i am the student on this dept. we might be standing on the uppest floor, but the room which you re looking for is placed on upper floor. and one more yeah! all the statements that i mentioned are true!"
ve evet, çemkiriyorum. haklısın ki ben de bu çirkef karı kıvamındaki halimi beğenmiyorum. o yüzden şaşkın ben e doğru yumuşak bir geçiş yapıyorum.
bu yaz her ne olduysa vücut sınırlarım içine konuşlanmış virüslerimi bekledim durdum. tuhaf bir familyam var. otuz yaşında kabakulak çıkaran kardeşlerim, onları tedavi etme amaçlı (iyi niyetle tabi) keten tohumu lapası tarzı kocakarı ilaçlarına başvurup; zaten halihazırda kabakulak olmuş hastasını uyuşukluktan acı çektiren kardeşleri var (tabiiki bu da ben oluyorum). ama işe yaradı :)
her neyse, işte ben böyle takribi onsekiz gün boyunca bünyemi otel niyetine fuhuş yuvasına çeviren kabakulak virüslerini ağırladım durdum. kuluçkadaydı, ha doğurdu, ha doğuracak derken doğuramadı gitti.
sanmıştım, meğersem gitmemiş. kabakulak boyut değiştirmiş. beta zaten ufaklıktan beri beni çok sever. beta oldu dikildi karşıma. ama gitti şimdi. diyeceksin ki bunların şaşkınlıkla ne alakası var. anlatayım.
ales.. ahh ales..
ales..
ales..
ales..
ales???
CRASH

ben hastalıkları gönderdim, ales başvuru süresi süresini doldurdu gitti. tamam, kabul. en azından bi kerecik açıp bakabilirdim ne zaman bu sınava başvuruluyormuş diye. ama yine de ales..
ales???
CRASH..





(editorya: tamam, kabul. kendini terk edilmiş hissetme diye birazcık bişeyler, böyle zorlamalar.. ama her zaman herkesin beklediği şeyler gerçekleşmiyor ki. bunu bil istedim. en azından birimizin ayakları yere basmalı. birimiz gerçek dünyada yaşamalı.
sence sıkıldı bitti ve gitti mi dersin??)





postcards from italy



6 Eylül 2009 Pazar

insanın elleri küçülür mü

çamur tarafım ve bana bahşedilen hilafet.
tuhaf şey ki vücud sınırlarım içinde yere çökmeye ve arşa değmeye meyilli iki kutup barındırıyorum. ikisine de muhtacım. dengeyi tutturamadığım vakit ya ortaçağ zahitlerinden oluyorum, ya modern zaman dünyasından. ikisine de ait olmak istemiyorum. ikisini de tamamen ardıllarımdan eylemek istemiyorum. beni kıran noktadır ki, arafta dikilmek de istemiyorum. insan olmak kolay değilmiş. yaşadıkça bunu farkediyorum. ezelden acazetten muhaf tutulan ben bunu ancak şimdi farkediyorum. insan olmak kolay değil.. sadece tuhaf.
biliyorum, oyun üretmeliyim. en sevdiği renk mor olan kadının en iyi becerdiği iş bu sanırım. hala tanıyamıyorum onu. bu tanıyamamazlıkla kabulleniyorum. üreteceğim oyunlar da tükenirse ne yaparım bilemiyorum. oyun üretmece oynarım heralde o zaman. kendimi közlenmiş kırmızı biber gibi hissetmemin iki temel nedeninden birisi de buydu. annem közlediği biberlerden ufak ve siyah bir tepecik oluşturunca düşündüm. ne yapacağız bu kara tepecikle? suya dokunur dokunmaz tüm karanlıkları gitti. yerine parlak kırmız renkte, mis kokulu, dünyanın lezzetlerinden birisi geliverdi. ama yine de hala ne yapılabilir ki bunlardan diye düşünüyordum.
sonra farkettim ki közler dünyasından başka bir varlıkla karşılaşırsa közlenmiş kırmızı biber kendini ifade etme yetisini kazanacak. varlığına varlık katacak. benliğinin en üst noktasına ulaşıp, onu arkada bırakarak oluşturduğu harmoniyle üstünlük mertebesine erişecek. yok, belki de o kadar olmayacak. ama yine de büyük hedef koymuş közlenmiş kırmızı biber kendisine. göstermek istediği şey belli. kendisini tanıyıp, hakikat arayışından vazgeçmemek; güç aramaya yeltenmemek. kolay denklem gibi görünüyor. zahir
den tutup, batın a yol gösterecek. ne bibermiş! ama itiraf edeyim, görevini başarıyla yerine getirdi. iftar sofrasına kurulduğundan mıdır, yoksa dengesini gerçekten tutturduğundan mıdır bilinmez. ama gerçekten afiyetle yenildi.
közlenmiş kırmızı biber gibi hissetmemin başka bir nedeni daha var. anladım ki beklersem gelir. anladım ki beni bırakma dersem bırakmaz. yüzüme iri iri gülücükler oturur. insan olmak gerçekten tuhaf. görüntüye yol verip, 'aynı an' la tek gamzeyi ortaya çıkarabiliyor isterse insan olmak. bu tek gamzenin de hikayesi var tabi; ki bir türlü gelmeyen o başka zamanlardan birinin içine saklanmış durumda.
sonra yine o soğuk terle uyandım. yapacak birşey kalmadı pek. dolayısıyla yorulmuyorum. bu da ruyalarımın barındırdığı renklere kısıtlama getiriyor. ama bu seferki renkliydi. lacivert fuşya toz bulutunu ağırladım yine. 8 sene önce benimle doğan ve bu gidişle benimle öleceğine inandığım mor sırt çantamın içine nasıl sığdığına dair hiç bir fikrim yok. gerçeklik sınırları içinde bu mümkün değil zira. ama ne yalan söyleyim, sırtımda lacivert fuşya toz bulutumu taşımak çok keyifliydi. üstelik ağır bile değildi. ne o beni incitti, ne ben onu. ben toz bulutumla kendimi tanıdım, toz bulutum benimle kendini tanıdı. m&m demişti bikere. benim için, kendi için ya da ikimiz için..
"Ben kaşlarını çattıramıyorum.. Çatamıyorum da.. Olsa olsa Kaşıyorum.. O da çatık durmuyor"







a call to apathy